30 Nisan 2009 Perşembe

Manchester United 1-0 Arsenal


Dün gece Old Trafford'da İngilizlere yakışır bir derbi bu sefer Şampiyonlar Ligi hedefi için yapıldı. Maç içinde iki takım da temkinli olmasına rağmen, avantajlı skoru daha çok isteyen Manchester United, ilk dakikalarda kurduğu baskının meyvesini 17.dakikada aldı. John O'Shea'ın ayağından gelen golle iyice cesaretlenen ev sahibi ekip, büyük uğraşlarına rağmen skor tabelasını bir kez daha değiştiremedi ve mücadele 1-0 sonuçlandı. Maçtan akıllarda kalan en önemli noktaysa, 68.dakikada direkten döndüğüne herkesin hayıflandığı Cristiano Ronaldo klasiği şut oldu.

28 Nisan 2009 Salı

Barcelona 0-0 Chelsea


Camp Nou'da gözler süperstarların üzerindeydi ancak beklendiği gibi bol pozisyon ve gol içeren bir maç olmadı. Buna rağmen hepimiz bir kez daha futbola doyduk. Stadı dolduran 92.000 kişi, Messi, Ballack, Lampard, Xavi gibi yıldızlar bir kez daha futbolseverlerin takdirini toplarken, üzücü görünen tek olay, Barça tribünlerindeki "Catalonia none Espana " ( Katalonya, İspanya değildir ) pankartı oldu.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Ersun Yanal'la buraya kadar...


Trabzonspor, Karadeniz'e özgü fevri karar alışkanlığını devam ettirdi ve Ersun Yanal'la yollarını ayırdı. Başkan Sadri Şener her ne kadar ""Kendisiyle karşılıklı olarak görüştük ve böyle bir karar aldık. Yarın Asbaşkanımız ile Mehmet Ali Yılmaz Tesisleri'nde bir basın toplantısı düzenleyecekler, kararı kamuoyuna açıklayacaklar" dese de Ersun Yanal'ın bu karara uymak zorunda kaldığını düşünenlerin sayısı az değil. Sanki tek taraflı bir düşünce, her zaman olduğu gibi Sadri Başkan'ın dilinde, "karşılıklı anlaşma" olarak kelimelere döküldü.

Çıkan oyuncu Cisse, giren oyuncu Fink...


Beşiktaş, yeni sezon için Eintracht Frankfurt'un en istikrarlı oyuncularından biri olan Fink ile anlaştığını borsaya bildirdi. Yıllık 1.2 milyon Euro alacak Alman futbolcunun bonservis bedeli de yok. Buraya kadar herşey oldukça iyi. Çünkü Fink, kendisini Almanya'da ispatlamış, hemen hemen her maç sahada olabilecek düzeyde profesyonel ve lider özelliklere sahip bir oyuncu. Mustafa Denizli önderliğindeki Beşiktaş, yeni bir Ernst buldu diyebiliriz. Sezon bitmeden böyle bir transfer mutlaka olumlu ama kadroya dönüp baktığımızda işler değişiyor. Sivok artık bir Beşiktaşlı, Ernst için zaten söylenecek söz yok, Delgado kaptan, Bobo takımda gelecek vaad eden en önemli oyuncu, Tello'yu göndermek aptallık olur, Holosko farklı özellikleri olan bir isim, Zapo gitse bile yerine bir defans alınır; kim kaldı ? Fink'in mevkidaşı Cisse.
En doğru iş olur Cisse'yi göndermek, beklenen düzeye bir türlü çıkamayan, narin oynamakla hep eleştirilen Fransız futbolcu Beşiktaş'a uymadı. Bu açık. Ancak, ligin bitmesine yalnızca 5 hafta kala, en önemli maçlarına çıkacak Beşiktaş'ın, Fink ile anlaştığını açıklaması ne kadar doğru ? Yanlış anlaşılmasın, Fink'le sözleşme imzalanması demiyorum, "basına açıklanması" diyorum. Cisse'yi kaybetmek değil midir bu ? Tamam narin oynuyor, uymadı falan ama Cisse aptal mı ? O anlamıyor mu biletin kendisine kesildiğini ?
Mustafa Denizli ile kabuk değiştiren, düzene giren Beşiktaş, Tello başarısından sonra benzer bir transfer yapıyor ama onu bile tam beceremiyor. EE demek ki Sayın Başkan, dünya kulübü olmak için biraz daha dikkatli olmak gerekiyor...

26 Nisan 2009 Pazar

Yüzde 51


Mustafa Denizli’nin Beşiktaş’ın başına geldiği ilk günlerde verdiği 26. hafta kehanetleri, üç hafta rötarlı olsa da gerçekleşmiş durumda..
Beş şampiyon adayıyla başlayan 29. haftanın sonunda sadece iki takım kaldı yarışın içinde; Sivasspor ve Beşiktaş..

Bir tarafta şehrin ve camianın birbirine kenetlendiği inancın temsilcisi Sivasspor, diğer tarafta tecrübenin temsilcisi, 2009 yılının en flaş takımı Beşiktaş.. İki takımın da seyircisi, başkanı, medyası, oyuncusu, teknik patronu temsil ettiği değerleri yansıtmakta..

Artık Denizli’nin o çok sevdiği tabirle şans yüzde 51, ama asıl önemli olan 51’lik dilime hangisinin daha yakın olduğu?..

Uzun zamandır şampiyonluğa hasret kalan Beşiktaş, zirveye bu kadar yaklaşmışken kupayı kaçırmak istemiyor. Mustafa Denizli'nin hedefi zaten 3 büyük takımı şampiyon yapan tek Türk teknik direktör olarak tarihe geçmek.. Takımla birlikte kendisinin de ayrı bir motivasyon içine girdiği görülüyor.. Heyecanı, maçı oyuncularıyla yaşaması artı bir değer katıyor Beşiktaş'a.. Fikstüründeki en zorlu deplasman olan Eskişehirspor maçını, rakibin eksikleri ve formsuz futbolu sayesinde kazasız atlattılar.. Önümüzdeki hafta da cezalıları ve sakatlarıyla, on bir çıkarmakta zorlanan Fenerbahçe’yi konuk edecekleri derbinin favorisi durumundalar.. Zaten kalan maçların pek önemi yok gibi.. Büyük ya da küçük, işin içine stres ve heyecan girdikten sonra iyi futboldan çok iki takımda sonuca gitmenin yollarını arayacak elbet..

Sivasspor ise artık “gönüllerin şampiyonu” değil, Türkiye liginde şampiyon olan beşinci takım olarak tarihe geçmek istiyor. Bu haftaya kadar şampiyonluğun en güçlü adaylarından olan Trabzonspor karşısındaki performansıyla Sivasspor hem rakibine havlu attırdı hem de pozitif futboluyla rahat bir nefes almış oldu..

Sivasspor geçen sene tecrübesizliğin etkisiyle şampiyonluğu Fenerbahçe ve Galatasaray arasında kalarak kaybetti.. Ancak bu sene durumlar farklı; hem karşısında tek bir rakip var, hem de geçen seneden kazandıkları bir tecrübe var.. Geçen yıl büyük maçları kaybeden Sivasspor bu sezon büyükler karşısında mağdur duruşuyla kazanamayacağını öğrenmiş bir şekilde sahaya çıktı ve özellikle de kendi evindeki maçları kayıpsız atlattı.. Ayrıca kalan maçlarda şampiyonluktaki rakibiyle karşı karşıya gelmeyecek, hem puan hem de averaj açısından da avantajlı durumda..

Beşiktaş şampiyon olsa da olmasa da Mustafa Denizli ile ilgili kararını şimdiden vermesi gerekiyor.. Takıma çok ayrı bir hava kattığı kesin.. Belki de Yıldırım Demirören'in başkanlık dönemi içinde verdiği en doğru karardır Mustafa Denizli..

Sivasspor ise bu sene son şansını kullanıyor olabilir.. Çünkü gelecek sene bazı oyuncularını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa aynı havayı yakalaması biraz zor olur..

20 Nisan 2009 Pazartesi

La Bombonera'da kavga çıkmadı...


Dünyanın en önemli derbilerinden Boca - River maçında, futbolseverler son derece keyif aldılar. Palermo'nun mükemmel golüne, her yıl Galatasaray'la adı anılan Gallardo güzel bir frikikle cevap verdi. Maçta kimse kimseye kafa atmadı, kavga çıkmadı ve muhtemelen ceza da gelmeyecek. Diğer büyük derbi kahramanlarına duyurulur !!!

Bunu biliyor muydunuz Sayın Başkan ?


104 yıllık Galatasaray tarihinde ilk kez ceza alan başkan olduğunuzu ? ( 45 günlük hak mahrumiyeti )

19 Nisan 2009 Pazar

BEŞİKTAŞ : 0 BURSASPOR : 0


İnönü Stadı'nda 43. dakikada 10 kişi kalan Beşiktaş, güçlü rakibiyle puanları paylaştı. Mustafa Denizli sevinmeli mi yoksa üzülmeli mi maçı izleyenler karar vermiştir mutlaka.

17 Nisan 2009 Cuma

Fener'in yargıya saygısı (!)


Fenerbahçe, disiplin cezalarına itiraz etmeyecekmiş. Fenerbahçe'nin yargıya saygısından mı acaba bu karar yoksa Lugano ve Volkan'ın alışılagelmiş edepsizliklerinin son noktasına ulaşmasından mı ? (Semih'i tenzih ediyorum)

16 Nisan 2009 Perşembe

Taye Taiwo


Onun için Nijerya'nın Roberto Carlos'u demek çok yanlış olmaz sanıyorum ki. Haftasonu Marsilya formasıyla attığı muhteşem frikik de sanki bizi haklı çıkarıyor.

15 Nisan 2009 Çarşamba

Derbiyesiz...


Adnan Polat’ın maç sonu yorumlarını,köşe yazarlarından bazılarının yazılarını hayretler içinde okudum bu hafta lig maçları sonunda.Düşündüm benim izlediğim maçlarla insanlara düşüncelerini direkt söyleyebilenlerin izlediği maçlar farklı mıydı diye?
Sayın Polat bir tezgahtan bahsetti.Belki de tarihlerinin en kötü futbolunu oynayan 2 büyük takımın yarış dışı bırakıldığını söyledi.Hatta bu teorisine ezeli rakiplerini de ekleyip bunu sadece kendisinin düşünmediğini de belirtti.Soruyorum takımınız üstün bir futbol oynadı da suçladığınız hakem mi durdurdu sizleri?Şampiyonlar ligine gidememeniz,UEFA kupasından elenmiş olmanız da mı bu tezgahın bir parçası?8-0’lık galibiyetiniz sonrası averajla gelen şampiyonluk nedir peki?
Eski hakem,yeni yorumcu köşe yazarlarımızın ve sizin maçı katlettiğini söylediğiniz hakemden bahsedelim birazda.Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi kartlar çekinmeden hakemin cebinden çıkıyor.Yorumcularımız! bu kadar kolay kart çıkmaması için bas bas bağırıyorlar köşelerinde,derbiden sonra kartlarını çıkarmayan,idareli kullanan,ortamı yumuşatmaya çalışan hakem suçlanıyor bu seferde!!Hakem kararlarında olduğu gibi yorumlarda da bir standartımız yok maalesef ki.Galatasaray-Beşiktaş derbisi.Derdini anlatmaktan başka bir amacı olmayan Delgado 2.sarı karttan oyundan tereddütsüz atılıyor.Dünya derbimize! bakalım.Fırat Aydunus’un her kararından sonra neredeyse hakemin üstüne çıkan futbolcular oyunda tutuluyor.Hakemin bütün çabası futbolu ön planda tutmak.Oyuncu tavırları ne kadar farklı ama canınız yandı ya tezgah oldu bütün bu olanlar.Kendinizi ne kadar komik duruma düşürdüğünüzü anlamadıysanız önce kovup sonra teknik danışman olarak getirdiğiniz Feldkamp’a sorun belki o size söyler.
NOT: Okan Buruk’un ayağının kırıldığı pozisyonda faul kararı bile vermeyen bir hakemin yorumları bence zaten anlamsızdır.
SERCAN KARAKAPLAN

13 Nisan 2009 Pazartesi

Ali Sami Yen Meydan Muharebesi...

İrfan Kaynak...Bir Kore gazisidir.. Kendisi benim dedem olur ve benim Beşiktaşlı olmamda büyük pay sahibir. Nerden çıktı bu adam diyebilirsiniz, evet bu adam oldukça kanlı bir Kore Savaşı'ndan çıktı. Kuzey Kore'nin vahşice saldırılarına, Çin'in kuşatmalarına aldırmadan, korkusuzca dayandı . Ancak gelgelelim pazar günkü meydan muharebesi ona ağır geldi. Çünkü ne Arda Kuzey Koreliydi, ne Semih Çinli. Üç gün önce mağaza açılışında kol kola olan Emre ve olgunlaşacağına her geçen gün çocuklaşan Sabri çok dokundu bu yaşlı adama. Zaman zaman kötü oldu, cephedeki anları aklına geldi, üzüldü. Burunlardan akan kanlar, ona askerleri hatırlatmıştı. "Bu da futbol mu?" dedi...çok da haksız sayılmaz değil mi ?
(Ayrıca, Ali Sami Yen'de ne olduğu belli olmayan ilginç platformun üzerinde duran insanlar, bir katliama da sebebiyet verebilirdi.)
Gerçekten yeter!!! Her sene, iç savaş tatsızlığında geçen bu derbi, dünyanın 1 numaralı derbisi ise ben bu dünyada olmak istemiyorum artık !!!

Tezgah varsa, sen en büyük tezgahtarsın...


Hadi maç stresidir, maçın hemen akabidir, anlayışla karşılayalım diyeceğim ama söyledikleri yenilir yutulur cinsten değil Adnan Polat'ın. Türk futbolunda tezgah varmış, Galatasaray ve Fenerbahçe'ye operasyon yapılmış. Burada kastedilen tezgahçı da Beşiktaş oluyor. Polat kalkıp, Sivas'la uğraşacak değil...

Bunun adı hata, talihsizlik vs. değil... Bunun adı ayıptır. Kendini bilmezliktir. Türk futbolunda tezgah olduğu tezi sonuna kadar doğru, kuşku götürmez bir gerçek ama Polat'ın bahsettiği tezgahçılar yanlış. Bir itirafta bulunmalıydı Polat. Türk futbolunda tezgah var, en büyük tezgahtar da biziz diye. Yıllarımızı yediniz, çocukluğumuzu, gençliğimizi katlettiniz elimizden aldığınız şampiyonluklarla, tezgahlarla, pisliğinizle... Türk futbolunun içini dışını bilen isimlerden duymuşumdur Adnan Polat'ın Türk futbolunun katili olduğunu... İşler kötü gidiyor, hedefi saptıralım mantığıyla bu kadar küçülmemeli insan... Hele ki Beşiktaş'ı tezgahtar konumuna koymak kimsenin haddine değil. Yarası olan gocunur diyebilirsiniz ama, burada kastedilen şey açık... Sadece bu sezon bile elinden alınan 7-8 puan var Beşiktaş'ın... ilk yarı maçlarını hatırlayın, rakipler elle kolla gol atarken, balıklama yatarken ceza sahası içerisinde, Beşiktaş kötü oynuyor diye yapılan hakem hataları görmezden gelindi.
Artık yeter! Sindirmesini bileceksiniz. Yıllardır alışmışsınız hak etmediğiniz almaya, harama, haramzadeliğe... Aranızda tek beyaz kalmış Beşiktaş'a leke sürmeye kalkmayın... Biraz Japon olun, harakiri yapın...

Ergin Aslan ( http://123golyetmez.blogspot.com/ ) Teşekkür ederiz...

11 Nisan 2009 Cumartesi

Galatasaray,Fenerbahçe ve Gümüş...


Yeni bir Galatasaray-Fenerbahçe derbisi geldi çattı. Ancak bu sefer durum biraz daha farklı. İki dev takımımız adeta üçüncülük dördüncülük maçına çıkacak. Ancak bir gerçek var ki, hem Galatasaray hem de Fenerbahçe, hangi sırada ve hangi durumda olurlarsa olsunlar, her zaman çok çekişmeli ve ilgiyi hak eden maçlara imza atmışlardır.
Bu yazıyı bana yazdıran en önemli unsura gelirsek. Bizim için vazgeçilmez ve büyük önem taşıyan bu maç, acaba yabancılar için ne kadar önem taşıyor ? Bu soruyu soruyorum, çünkü maalesef ülkemizde, Galatasaray - Fenerbahçe derbisinin dünyanın 1 numarası olduğuna inananlar var.
Bugün, Barcelona - Real Madrid maçını yaklaşık 1 milyar insanın takip ettiğini, İnter - Milan maçlarında ülkelerin televizyon başına kilitlendiklerini düşünürsek, River - Boca maçlarının yayın hakları için büyük çekişmeler gerçekleşirken, yayınlanmayan Rangers - Celtic maçlarını internetten takip eden büyük bir çoğunluk varken, Gümüş dizisi tadında, yalnızca Ortadoğu'da ilgi çeken bir maç nasıl dünyanın 1 numarası olabilir ? Tekrar söylüyorum, bizim için çok önemlidir tabiiki bu derbi, hatta biraz daha milliyetçi bir yaklaşımla, bir İngiliz bizim derbimizle ilgilense ne olur, ilgilenmese ne olur...Hiç fark etmez. Ancak bu kadar büyük abartının da futbol gelişimimizi engellediği düşüncesindeyim. Hepimiz, Gümüş dizisinin dünyanın 1 numarası olmadığını biliyorsak, şapkamızı önümüze alıp derbimizi de objektif olarak değerlendirmeliyiz. Dizi ve derbinin aynı satırlarda yer alması oldukça komik bir düz mantık olabilir ancak dünya sıralamasını kafamızdan yapıyor olmamız kadar çocukça olamaz sanıyorum ki...

8 Nisan 2009 Çarşamba



Beğenmiyorum arkadaş Türk Sporunun geçmişini ve geleceğinin durumunu beğenmiyorum. Hatırı sayılır bir sanayiye ve bütçeye sahip olan Türk Sporu yıllardan beri düzgün yönetilmediği için geçici ve günlük başarılarla kendini avutmaktadır. Klup takımlarının insafına ve bütçelerine bırakılan Türk Sporu bundan sonra da bir adım ileri gitmeyecektir.Bir ülkenin sporuna verdiği değer ve alamadığı başarılar, amatör sporlarına verdiği değerden anlaşılır. Ülkemizde her sporun hemen hemen Federasyonu, kurulları, komisyonları, beden terbiyesi, vb. bir sürü yöneticileri ve elemanları vardır, ve ne iş yaptıkları daha doğrusu yapamadıkları maalesef ortadadır. Sporcu, antrenör, masör ve teknik eleman yetiştirmekten, eğitmekten, desteklemekten ve başarıdan uzak bir sürü federasyon.. Otuz, otuz beş yıl öncesine gidiyorum. Hiçbir değişiklik yok. Spor tesisleri bakımsız, ilgisiz. Spora başlama yaşı Ortaokul ve Lise yıllarıdır. Yani okul çağındaki genç nesile gereken önem otuz yıl önce de verilmiyor du , şimdi de verilmiyor. Hatırlıyorum lise yıllarımızda okulumuzun kapalı spor salonuna hafta da tek ders olan beden dersi sayesinde girebiliyorduk. Bir de önemli günlerde. Hala bir çok okulumuzda kapalı spor salonları yok. Okulun bahçesine koyulan 3-5 tane basket potası ile gençler avutulmaktadır.
Amatör klüpler nerden kaynak bulacağım endişesi içerisinde yıllarca ayakta kalmaya çalışmışlar ama hepsi de teker teker yok olmaya mahkum olmuşlardır.Profesyonel klüpler ise borç batağı içindedirler.
Hele bir de seyirci kültürümüz var ki evlere şenlik. Tribünler adeta küfür üretme merkezi durumundadır. Müsabakalarda tribünler de polis olmasa her hafta kan gövdeyi götürecek. Yıllarca küfüre ve kötü tezahürata karşı verilen mücadele başarılı olmamıştır.
Spor basını deseniz ayrı bir havadan çalmaktadır. Sanki memleketimiz de spor olarak yalnızca futbol varmış gibi gazete ve tv lerde durmadan gerekli gereksiz yorumlar yapılmakta ve bu yorumların Türk sporuna hiçbir faydası olmamaktadır.
Beğenmeyişim bu yüzdendir..!!
OKTAY KAYNAK

7 Nisan 2009 Salı

Korkmaz ve Lucescu...


Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi geçmişindeki en yüksek nokta olan çeyrek final düzeyine Lucescu ile çıkması bir tesadüf değildir. Çünkü aynı Lucescu, Beşiktaş'a UEFA'da çeyrek final oynatıp Türkiye'den ayrılırken, Ahmedov'un Shaktar'ını da kulüp tarihinin zirvesine taşıyacağını biliyordu. Emre'yi, Okan'ı, Fatih Akyel'i ve Hakan Şükür'ü kaybetmiş Galatasaray, Perez, Fleurquin, Horvath gibi adı sanı duyulmamış oyuncularla Avrupa'nın en prestijli kupasında son sekize kalınca, yönetim dışında herkes gururluydu. Ancak, Galatasaray gelenekleri ağır bastı ve Lucescu, defansif futbol oynattığı gerekçesiyle kulüpten ihraç edildi. Ardından gelen , Fatih Terim, Hagi, Gerets,Feldkamp ve Skibbe ofansif futbolu tercih etmişlerdi. Bu düzen, Galatasaray'a uygundu, ama ne acı ki, başarısızılıklar her geçen gün arttı. Sabır ve anlayışla bugüne kadar bekleyen Ali Sami Yen sakinlerinin huzurunda artık Bülent Korkmaz var. Gaziantep deplasmanında Baros'un spektaküler golünden sonra, oyun alanını adeta daraltıp, rakibin pas trafiğini kesen Galatasaray, istediği sonucu almış olsa da, son derece defansif bir oyun ortaya koydu. Yıllarca kulübün kaptanlığını yapmış, Bülent Hoca için şaşırtıcı bir uygulama değildi bu, zaten Kayseri Erciyesspor, Gençlerbirliği ve Bursaspor deneyimlerinde de takımını defansif oynatıyordu. Sözün özü, Bülent Korkmaz, günler ilerleyip de iyi sonuçlar almaya başlarsa, bu iyi sonuçlar onu ürkütebilir. Zira, Lucescu'yu gönderen gelenekçi zihniyet, onun da biletini bir gün kesebilir ve Bülent Korkmaz'ın, defansif futboldan "korkar" olduğu bir ortamda, kendi oyun stilini sahaya yansıtması da son derece zordur. Umarım herşey tersine işler ve Kaptan gemisinde uzun süre kalabilir.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Rusya neden 4. oldu ...

Neredeyse tüm spor yazarları ve yorumcular, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda milli takımımızı 3. ilan etti. Sırasıyla, Portekiz, İsviçre, Çek Cumhuriyeti ve Hırvatistan maçlarının ardından, Almanya ile karşılaşan ay yıldızlı ekibimiz, bu maçı kaybederek, yarı finalde kupaya veda ederken, diğer eşleşmede de Rusya, İspanya'ya boyun eğiyordu. Doğru... 2002 Dünya Kupası'nda da benzer bir sahne söz konusuydu ancak o kupada Güney Kore ve Türkiye arasında bir 3.cülük 4.cülük maçı da oynanmıştı. Dostluk mesajlarının bolca olduğu bu müsabakayı biz kazanınca haliyle 3.olduk. Ancak bu sefer durum farklı. Tam bu noktada, tüm büyüklerimize ve futbolseverlere kısa bir bilgilendirme. 2008 Avrupa Futbol Şampiyona'sında böyle bir uygulama yoktu ve biz kupayı, "YARI FİNALİST" olarak bitirdik. Aksi taktirde, kuzey komşumuz haklı olarak soracaktır. "Rusya neden 4.oldu ? " diye.

5 Nisan 2009 Pazar

Stajyer Teknik Direktör...


Ülkemizde sıklıkla kullanılan bir terimdir "stajyer teknik direktörlük". Ertugrul Sağlam, Skibbe, daha eskilerde Oguz Çetin ve Rıdvan Dilmen de nasibini almıştır bu söylemden. Şu sıralarda bazı kesimlere göre, Bülent Korkmaz da stajyerliğini yapmaya başladı. Kimse buna karşı değil tabiki ama eleştirenlere göre yanlış olan nokta, bu bir nevi eğitim sürecinin Galatasaray'da oluşu. Peki haklılar mı acaba bu düşüncelerinde, yani Fatih Terim imparator olurken, Mustafa Denizli üç büyükleri şampiyon yapacak düzeye gelmişken, "stajyerlik"lerini yapmışlar mıdır ?
Kesinlikle "EVET". Ancak yaptıkları yerler ve zamanlar oldukça önemlidir. 1984 - 1987 arasında Galatasaray'ın başında bir dahi bulunmaktaydı. Jupp Derwall. 1980 Avrupa Şampiyonası'nda Batı Almanya ile zafere ulaşan Şef Gümüş Kıvrım (saçlarından ötürü bu lakaba sahiptir) 82 dünya kupası ve 84 Avrupa kupası üzüntülerinin ardından, dünyada büyük bir şaşkınlığa yol açacak bir karar vererek, Galatasaray'ın başına geçmiştir. İmtiyazlı teknik patronluk tanımıyla tanışan Türk futbolu artık hem gelişecek, hem de çok önemli bir hoca yetiştirecekti. O hoca kuşkusuz Mustafa Denizli oldu. Tam tabiriyle üç yıllık stajın ardından Galatasaray'ı hak edecek ve büyük üstadının öğretileriyle bu yükü sırtlayabilecek düzeydeydi artık. Gelelim Singor Terim'e. Sepp Piontek'in eseri denilebilir milli hocamız için. Polonya doğumlu Alman hoca Piontek, 1986 yılında Danimarka Milli Takımını ilk kez Dünya Kupası'na götürünce adını duyurmayı başardı. Ardından 1990 da yine beklenen oldu(!) ve Türkiye Futbol Federasyonu büyük bir iş başararak onu milli takımın başına getirdi. O dönem 21 yaşaltı milli takımı ise 2 yıllık Ankaragücü kariyeri başarısız geçen, Göztepe'de de bekleneni veremeyen Fatih Hoca'ya emanetti. Bu ikili öyle bir hoca-öğrenci ilişkisi yaşadılar ki, 93 yılında Piontek görevden ayrılırken,kimse tereddüt etmedi yeni isim hakkında.
Örnek iki gelişim sürecine baktığımızda naçizane tavsiyem, genç teknik direktörlerimizin bu kadar ağır sorumluluk gerektiren noktalara ulaşmadan önce, tevazu içinde olup, geçmeleri gereken yollardan yürümeleridir. Böylece hem kişisel kariyerleri hem de ulusal kariyerimiz daha üst noktalara kolaylıkla çıkacaktır. Her zaman olduğu gibi, sözün bittiği yerde, Nietzsche son noktayı koyuyor. "Şimşekler çaktırmak için, önce uzun bir süre bulut olmak gereklidir..."

3 Nisan 2009 Cuma

Superbia in proelio*..


Manchester City’nin armasında yer alan ve kazanabildiği üç kupayı temsil eden üç yıldızın hemen altında yazan “savaşta ve mücadelede hep gurur*’’..



Manchester United ile aralarında 120 yıldır süregelen rekabette, hep ‘’halktan’’ gelen taraf olmalarını sağlayan ve rakibe karşı aldıkları en önemli galibiyetin anısı..



1800’lerin son demlerinde işçiler tarafından kurulan bu iki ezeli takım, 19.yüzyılın kapanışında en önemli mücadelelerini sahada değil, kulüp bütçesinin yönetiminde vermekteydi.. O yıllarda ülkeyi kaosa sürükleyen kriz, takımları yok etmek üzereyken iki takım yöneticilerinin yaptığı seçimler bir çözümden öte, etkileri günümüz futbol arenasına dahi yansıyacak bir sürecin başlamasına sebep olacaktı. Bu darboğazdan geçişte, City yeniden yapılanıp küçülme yolunu seçerken, Newton Heath L&YR zengin bir iş adamına satılarak, dünya futbol tarihine kazınacak olan ismiyle, Manchester United olarak yeniden doğdu. Lakin ne kazanılacak olan şampiyonluklar-kupalar-başarılar, ne de yıldızlar, küstürdüğü mavi yakalı taraftarlarını asla geri döndüremeyecekti. Artık futbolun içinde sınıflar da vardı ve City, sir’lerin karşısında ‘the citizens’ olarak; kaybettiği, küme düştüğü yahut kazandığı her maçta yanında olup, desteğini hiçbir zaman esirgemeyecek olan kemikleşmiş bir taraftar kitlesine sahip olarak, rakibine karşı saha dışında en anlamlı galibiyeti almıştı.



Fakat yurttaşların gururlu mücadelesi yine bir yüzyıl değişiminde teklemeye başladı. Artık takım renklerinin, yakaların önüne geçtiği bir dünyada ayakta kalmakta zorlanıyorlardı. Üst üste alınan mağlubiyetler, istikrarsız yönetimler, uyumsuz futbol ve en sonunda takımın küme düşmesi ile 100 yıl önce ezeli rakipten kazanılan taraftarlarını kaybetmişti, takım artık batmanın eşiğindeydi. 2006 yılı geldiğinde, yurttaşların büyük tepkisine karşın, takım Taylandlı bir iş adamı tarafından satın alındı. Lakin gelen paraya rağmen takımdaki huzursuzluk git gide artıyordu. Böyle bir ortamda, bir de Sven Goran Eriksson’un gönderilmesi iplerin tamamen kopmasına neden oldu ve kulüp bir kez daha el değiştirdi.



Bu seferki sahip, krizin kıyısından geçmediği ülke; Birleşik Arap Emirlikleri şeyhi, Sheikh Mansour bin Zayed Al Nahyan’dı. Mancherster City, son dönemlerin en moda zengin hobisi, gerçek hayatta championship manager keyfinin son ve malesef en acıklı kurbanıydı. Zira yeni sahipleri, sahip olduğu servetle transfer piyasasını, futbol konusundaki bilgisizliğiyle de futboldaki bütün dengeleri alt üst edecek güçteydi..



Ada bu satışın şokuyla çalkalanırken, Avrupa ise Milan’daki iki Brezilya’nın ego savaşlarını izlemekteydi. Beklenen olmuş, disiplinsizliği yüzünden Katalunya’dan sınır dışı edilen Ronaldinho, Berlusconi’nin isteği üzerine Milano’ya getirilmişti. Şüphesiz ki, bu transfer karşısında en büyük şoku, daha önce sayısız kez Ronaldinho’yu takımda istemediği beyan eden, Kaka yaşıyordu. Yükselen grafiğine eklenen ödül ile, Milan’daki yerini iyice garantileyip sadece Cristiano Ronaldo ile aralarında yapılan ‘’en iyi’’ kıyası dışında asla eleştirilmeyen yıldızın tahtı artık sallantıdaydı. Kaka’nın yaptığı, ‘’Ronaldinho çok iyi bir oyuncu ama ikimizin aynı takımda oynaması imkansız, böylesine iki yıldıza aynı anda forma giydirmek Milan için negatif etki yaratır, Ronaldinho Milan için doğru oyuncu değil’’ açıklamalarına karşın Ronaldinho’nun alınmasında bu kadar ısrar edilmesi aslında çok daha büyük bir gerçeği saklıyordu: Milan, Kaka’dan vazgeçmişti..



Ronaldinho’nun resmen San Siro’ya gelişiyle, basın toplantılarında ‘’onunla oynamak büyük bir zevk olacak.’’ şeklindeki jestler, kapalı kapıların ardında restlere dönüşüyordu. Bir zamanlar Paolo Maldini’den sonra kaptanlık bandını taşımayı hayal eden Kaka’nın kariyerini artık Real Madrid’de devam ettirmeyi istediğini açıklamasının ardından, Milan yönetimi Kaka’nın satışıyla ilgili görüşmelere başlayarak savaşı iyice kızıştırıyordu. Artık Kaka’nın 120 milyon euro’lık fiyatı belirlenmiş ve fiyat iki takıma önerilmişti.. Kaka için Milan defteri kapanmak üzereydi.. Lakin sezon başladığında Kaka’nın Ronaldinho ile aynı takımda oynayamayacağı konusundaki görüşlerinde ne kadar haklı olduğu gözler önüne serildi. Ronaldinho alışma evresini henüz atlatamadığı ve form tutamadığı için takıma beklenen katkıyı sağlayamadığı gibi, sahada da Milan taraftarının alıştığı Kaka performansının izlenmesine engel oluyordu. Saha içinde durum böyleyken yönetim cephesinde de memnuniyetsizlik artıyor, Ronaldinho ve Shevchenko’dan beklenen verim alınamadığı gibi Kaka’yı da küstürmeyi başarıyorlardı. Devre arası verildiğinde, Milan şampiyonluk yarışından kopma noktasındaydı ve futbol dünyasını allak bullak eden transfer teklifi gündemde bomba etkisi yapmıştı..



Bütün spor gazeteleri ve programlarında Manchester City’nin 150 milyon euroluk tarihi transfer teklifi gündemi oluşturuyordu. Artık her yerde, kesin gözüyle bakılan bu satışın futbol dünyasında bozacağı dengeler, Kaka’nın kariyerinde yaratacağı etki, Milan’ın kazanacağı 120 milyon euro ile yapacağı transferler konuşuluyor ve transfer dönemi klasiklerinden olarak 150 milyon euro ile alınabilecek evler, arabalar, formalar sayılıyor, İngiliz gazeteleri Kaka’ya Manchester City forması giydirdikleri fotoğrafları manşetlerinde yayınlıyorlardı. Lakin gerek spor basınının, gerekse kulüplerin başında oturup güç-para ve siyaset üçgeninde takım ruhlarını satmaya- satın almaya çalışan yöneticilerin unuttuğu, takımı var edenin taraftar olduğu gerçeğini iki takımın yönetimine karşı direnişiyle görüşmeler boyunca yok sayılan rossoneri’ler hatırlattı..Taraftarların, bir futbolcuya böylesine sahip çıkması ne takım ne de Kaka’nın kendisi tarafından beklenen bir şey değildi. Şeyh Mansour Bin Zayed’in umursamadığı bu tepki, artık Real Madrid hayali kuran küskün Kaka’yı ’Beni bu kadar sevdiklerini bilmiyordum, çok duygulandım..Paranın hiçbir önemi yok burada onlarla, Milanlı olarak kalmak istiyorum ’’ sözleriyle takımına bağlayıp, 150 milyon euro’yu reddetmesine sebep olurken, aslında uzun zamandır unutulan takımların ruhunu ve futbolun dengelerini korumaya yönelik atılan en önemli adımlardan biriydi..





Lakin rossoneri ruhu ancak Kaka’yı kurtarmaya yetti.. Zira paranın oluk gibi aktığı Manchester City şeyhi rotayı diğer yıldız futbolculara çevirip halen hassas dengelerin üzerinde sakıncalı hareketlerine devam ediyor.. Şeyhin yeni kurban listesinde daha önceden 100 milyon pound ile ret cevabı aldığı iki yıldız David Villa, Gianluigi Buffon ve ilk defa gündemine aldığı Thierry Henry var. Bütün olumsuz yanıtlara rağmen, adeta championship manager’e yeni başlayan acemi bir çocuk gibi, adını duyduğu her yıldız futbolcuyu yüksek rakamlarla kendi takımında toplayıp oyunun tadını kaçırmaya çalışıyor ve bu hileden de pek vazgeçecek gibi görünmüyor. Belki de yapması gereken en önemli şeylerden biri, artık yurttaşlar için hiçbir anlamı kalmayan superbia in proelio’nun Pecuniate obediunt omnia olarak değiştirilmesi.. Ne de olsa onun dünyasında ‘savaşlar gururla değil parayla kazanılıyor’..

10'ların en iyisi kim ?


2001 - 2002 sezonu Şampiyonlar Ligi finalinde, Solari'yle duvar pasının ardından, soldan bindirme yapan Roberto Carlos, topu öyle bir havalandırdı ki, herhalde Zidane'dan başka kimse öyle muhteşem bir vuruş yapamazdı. O gece formasında "5" numara yazıyor olsa da, Cezayir asıllı Fransız'ın gelmiş geçmiş en iyi maestrolardan biri olduğunu kuşkusuz hepimiz kabul ediyoruz.
Maestro çok doğru bir kavram oluyor sanırım çünkü bir orkestra şefi gibi yönetir 10'lar takımı, bir virtüöz gibi, futbolun entstrumanı olan topla şov yaparlar..Her kuşağı etkileyen, akıllarda kalan 10 numaralar tabii ki değişiklik gösterir. Yusuf Tunaoğlu'dur, Beşiktaş'ın efsane yıllarındaki kahramanı, Hagi hakkında yorum yazmaya zaten gerek yok, Okocha ile başlayan Fenerbahçe geleneği, Revivo, kaçak Ortega ve Alex ile sonlanmıştır(Yenisi gelene kadar tabiki). Ülkemiz özelinde öne çıkan isimler herkes için ortaktır mutlaka ama acaba dünyanın en iyisi kim ? Kaka mı ? Ronaldinho mu ? yoksa her gün yeni bir veliaht ilan eden, Riquelme hayranı Maradona mı ?
Zidane'ı aklından çıkaramayanlar, herşeye rağmen Figo diyenler, yoksa kendine has stilini hiç unutmadık diyen Mario Basler meraklıları,,işte size günün sorusu ... En iyi 10 numara sizce kim ? ?

1 Nisan 2009 Çarşamba

Sir A.C Milan...


Hollywood'un ünlü aktörü, "Sir" Anthony Hopkins, ABD Başkanı Richard Nixon'a Watergate'i itiraf ettiren gazeteci "Sir" David Frost, yıllarca Liverpool'un formasını taşıyan "Sir" Gary McAllister ve tabiki futbol dünyasının en ünlüsü "Sir" Alex Ferguson....Meslekleri farklı, unvanları aynı olan bu kişilerin ortak bir özelliği var... "İstikrar ve uzun süreli başarı..." Ancak, kişiler midir her zaman bu şartları yerine getiren ? Tabikii hayır..Zaman zaman kurumlar da bunu başarabiliyor...En önemli örneğini AC Milan'da görebiliyoruz. İstanbul'un 4 stadında birden sahada olmayı başaran tek takımdır Milan(bu kadar da yakınız) .Yıllarca süren başarı ve gelip geçen yıldızlara rağmen, hayret verici şekilde, son 40 yılda yalnızca 4 takım kaptanı değiştirerek ( Cesere Maldini,Gianni Rivera,Franco Baresi ve Paolo Maldini) ve bu unvanı fazlasıyla hak etmişlerdir... Her yıl liderini değiştiren kendi dev(!) takımlarımıza baktığımızda neden bir türlü gelişemediğimizin cevabı geliyor sanırım..."İstikrar nedir ?" sorusuna, takılmış plak gibi "Alex Ferguson'dur" cevabını veren hazır cevap yöneticilerimize duyrulur...

Futbol oynamayanlara...

Sinisa Mihajlovic... 3-4 yıl öncesine kadar S.S Lazio'nun defansında her zaman muhafaza ettiği kirli sakalıyla mücadele ediyordu. Mesafe tanımadan attığı muhteşem frikik golleri Juninho'ya bile parmak ısırtıyorken, yıllar geçiverdi ve Mihajlovic, Bologna takımının teknik direktörü olarak çıktı karşımıza.Yakın zamnda,İnter maçı öncesi, meslektaşı (!) José Mourinho'ya tabiri caizse verdi veriştirdi. "Bu oyunu oynamamış bir çalıştırıcı ile benim futbol konuşmam söz konusu olamaz " sözü, tüm İtalya'yı çalkalarken Mihajlovic pek bir havalı görünüyordu, ancak, futbolun filozofu Mourinho cevap vermekte geçikmedi.
Özellikle ülkemizde "Futbol oynamayandan spor yazarı olmaz!" zihniyetiyle ne kadar da benzer değil mi ? Saha içi deneyim her zaman önemli bir yer tutsa da, basit oyun (Johann Cruyff) futbol, herkes için açık bir vitrindir. Son olarak, hem futbol kökenli sevgili yazarlarımıza, hem de Mihajlovic'e en önemli soru Mourinho'dan geliyor... " Jokey olmak için, önce at mı olmak gerekiyor ? " Cevabı bilen lütfen yanıtlasın...
 
Futbol Bloglarini Takip Edin