7 Aralık 2009 Pazartesi

ŞEREFLİ DÖRDÜNCÜ OLMAYALIM

Beşiktaş, yarın akşam tarihinin en önemli mücadelelerinden birine çıkacak. Avrupa arenasında tamam veya devam niteliğindeki CSKA maçı büyük olasılıkla Beşiktaş’ın bu sezonki yol haritasını da çizecek. Olası bir elenme durumunda bu olumsuz tablo şüphesiz lige de yansıyacaktır. Keza Avrupa macerası devam ettiği takdirde karakartal ligde de doludizgin ilerleyecektir.

Fakat bu sefer ipler maalesef yalnızca Beşiktaş’ın elinde değil. Beşiktaş kazansa bile MANU’nun kazanmamasını bekleyecek. Zaten Türk futbolu bu tür şeylere bir hayli alışkın. Nedense sürekli olarak birilerine muhtaç oluyoruz. Bir türlü kendi göbeğimizi kendimiz kesemiyoruz.

Yıllar önceki Lazio maçı geliyor akıllara. Tam gruptan çıkıyoruz derken Star TV’nin sağ üst köşesinde 90+3. dakika oynanırken. Zelenka başta olmak üzere Sparta Prag’lı oyuncuların gol sevinçleri gözümüzün önüne geliyor. O an hepimiz donup kalıyoruz. Gruptan çıkma kutlamaları tam başlayacakken adeta bulunduğumuz mekan üzerimize yıkılıyor.

Artık aynı tabloyu yaşamak istemiyoruz. İstikrarı sağlamak adına birşeylerin yapılma vakti geldi de geçiyor bile. Bir yıl gruptan çıkarsınız, ertesi yıl yolunuza Avrupa Liginden devam edersiniz, gün gelir yarı final, final oynarsınız, belki de kupayı alırsınız. Önemli olan mücadelenin bir yerinden tutup bırakmamak.

Umuyoruz ki karakartal yarın sahadan galibiyet ile ayrılıp Wolfsburg’un MANU’dan puan veya puanlar almasıyla yoluna Avrupa Liginden devam edecektir. Olası bir 7-7-7 şeklindeki puan durumunda ise maalesef tarih tekerrür edecek ve şerefli dördüncü olacak. Biz bunu istemiyoruz.

16 Kasım 2009 Pazartesi

‘KOP’ Tribünü’nden hiç kopamadılar…



“You Will Never Walk Alone” şarkısını haykırarak, Anfield’da bulunmak her futbol severin hayalidir. Takımını yalnız bırakmamanın en anlamlı şarkısı dünya üzerinde bu olsa da kimi zaman oyuncular, tribündeki kalabalıkları yalnız bırakıp başka takımlarda macera arayabiliyorlar. İşte bu yazıyı bana yazdıran unsur bahsedilenlerin tam tersi…Tribünün gözünde adeta kutsal yerlere getirilen ve bunun karşılığını sadakatlarıyla gösteren ‘BAY Liverpool’ lara göz atacağız…

John Benjamin Toshack

Beşiktaş’taki renkli kişiliği ve Adalılara uymayan sıcak tavırlarıyla akıllarda yer eden Toshack’ın, ismindeki tatsız benzerlik yıllarca gündemde olsa da Liverpool için verdiği hizmetler, hep gözlerden kaçırılmıştır.
1970 senesinde 110.00 pound karşılığında katıldığı Liverpool’da kırmızı beyazlı formayı tam 8 yıl giyen Toshack, oynadığı forvet mevkisinde hiçbir zaman gol krallıkları yaşamasa da özellikle Kevin Keegan ile oluşturduğu ‘telepatik’ uyumla, her daim Kop tribününde hatırlanan isimler arasına girmeyi başarmıştır. Oynadığı yıllarda da 3 Lig şampiyonluğu tatmayı başaran dev forvet, Liverpool’un en görkemli yıllarında forma giymenin verdiği gurur ve bunun CV’inde yarattığı referansla günümüzde de birçok büyük takımda teknik direktör olarak görev yapabilmiştir.
Halen ülkesinin milli takımında görev yapmakta olan Galli menajer, Real Madrid ve Real Sociedad’ta yaşadığı başarılı günlerini şu an mumla aratsa da eminim ki hiçbir Liverpoollu, bu asil Galli’yi asla unutmayacak.

Steve McManaman

Kıvırcık saçları, beyaz teni ve kırmızı yanakları sayesinde kolayca hatırlanabilecek olan Steve McManaman, birçok kişi tarafından Real Madrid ile özdeşleştirilse de onun kariyerindeki en önemli takım Liverpool olmuştur.
1989 yılında giydiği Liverpool formasını tam 10 yıl başarıyla taşıyan Steve, aslen koyu bir Everton’lu olmasına rağmen, profesyonelliğin ne kadar önemli olduğunu dost düşman herkese göstermiştir. Takımda bulunduğu yıllar içerisinde Ryan Giggs ile birlikte İngiltere’nin en etkili kanat oyuncusu olan McManaman, efsane hoca Kenny Dalglish tarafından 18 yaşında keşfedilmiş ve bu ilk adımdan sonra kendini geliştirerek Dünya kupaları ve UEFA şampiyonluklarına uzanan bir kariyer edinmiştir.
İngilizlerin sarı fırtınası olarak kolaylıkla hayal edebileceğimiz McManaman için söylenecek şeyler daha çok olsa da, onu en iyi özetleyecek söz ünlü Menajer Bryan Robson tarafından bizim yerimize söylenmiştir, “McManaman’ı durdurabilirseniz, Liverpool’u da durdurmuş sayılırsınız !”

Robbie Fowler

Tüm dünyada soğuk kişiler bilinen İngilizlerin, aralarında istisnaları da barındırdıklarının en güzel örneğidir Fowler. 70’li yıllardaki Liverpool fırtınasını yaş olarak kaçırmış olsa da umutları gelecek seneler için de tükenen taraftarların en önemli ateş kaynağı olmayı başaran Liverpool doğumlu Robbie, takımın gelmiş geçmiş en golcü oyuncularından biridir. 1993-2001 yılları arasında çıktığı 236 maçta fileleri 120 kez havalandıran hırçın forvet, takıma 2.kez gelişinde çok etkili olamasa da 2001 yılındaki UEFA Şampiyonluğunu yakalayan kadroda kendisine yer bulabilmiştir.
Takımdan ayrıldıktan sonra hırçınlığı ve aykırılığıyla her dönem sorunlar yaşayan Robbie, kariyerinde büyük kupalar kazanamamış olsa da Liverpool taraftarları için unutulmazlar arasındaki yerini çoktan almıştır.


Ian Rush

“Futbol basit bir oyundur. 22 futbolcu, 1 topun peşinde 90 dakika koşar ve sonunda Almanlar kazanır” şeklindeki iddialı sözüyle oynadığı dönemdeki dünya futbolunu mükemmel olarak özetleyen Rush, bu liman kentine uğrayan en golcü oyuncudur.
Aradaki 1 yıllık Juventus macerasını görmezden gelirsek, tam 16 yıl Liverpool’da forma giyen Rush, oynadığı 469 maçta rakiplerin tam 229 kez üzülmesini sağlayarak adını Liverpool tarihine altın harflerle yardırmayı başarmıştır. Futbol yaşantısını noktaladıktan sonra menajer olmaya hiçbir zaman soyunmasa da çok iyi bir yardımcı olarak hayatına devam eden 48 yaşındaki Rush, yaşadığı her saniye Liverpoollular için çok değerli olacak isimlerden.

Kenny Dalglish

Kevin Keegan’dan sonra 1977-1990 yılları boyunca 7 numaralı formayı giymeyi başaran Dalglish, Liverpool taraftarlarının EN sevdiği oyuncudur. Bu büyük sevgiyi, ne 78 UEFA Kupası finalinde Hamburg’a attığı 6 gol sağlamıştır ne de takımına yaşattığı 8 lig şampiyonluğu… Beyefendiliği ve asil tavırlarıyla gönüllerde taht kuran İskoç Kenny, sonradan takıma döndüğünde bu sefer yedek kulübesinde, sorumlu olarak bulunmuş ve bu kulvarda da başarısını gösterip tam 3 kez, İngiltere’de yılın menajeri olarak zirvede kendisine yer bulmuştur. Halen taraftarlar tarafından her maçta anılan, resimleri en üst noktalara konulan Dalglish, Liverpool tarihinin lideri olarak hepimizin gönlündeki yerini de çoktan almıştır.


Tabiî ki Anfield’ın hatıra defterlerinde bu 5 isimden fazlası vardır. Gerrard, Owen, Hamann gibi oyuncular efsane sıfatını şimdiden hak etseler de yakından tanıdığımız isimler yerine Toshack’ı, Dalglish’i ve McManaman’ı anmak vefanın ve değer vermenin nadir görüldüğü futbolda çok daha anlamlı olmaktadır.

Ve işte ‘THE KOP’un gözüyle, unutulmayan 50 Liverpoollu…

1 Kenny Dalglish
2 Steven Gerrard
3 Ian Rush
4 Robbie Fowler
5 John Barnes
6 Billy Liddell
7 Jamie Carragher
8 Kevin Keegan
9 Graeme Souness
10 Emlyn Hughes
11 Ray Clemence
12 Alan Hansen
13 Roger Hunt
14 Michael Owen
15 Ian Callaghan
16 Jan Mølby
17 Bruce Grobbelaar
18 David Fairclough
19 Peter Beardsley
20 Phil Neal
21 Ian St. John
22 Steve McManaman
23 Steve Heighway
24 Luis García
25 Tommy Smith
26 John Aldridge
27 Phil Thompson
28 Ray Kennedy
29 Ron Yeats
30 Ronnie Whelan
31 Alan Kennedy
32 Gary McAllister
33 Xabi Alonso
34 John Toshack
35 Mark Lawrenson
36 Jerzy Dudek
37 Terry McDermott
38 Sami Hyypiä
39 Steve Nicol
40 Jamie Redknapp
41 Elisha Scott
42 Steve McMahon
43 John Arne Riise
44 Dietmar Hamann
45 Jimmy Case
46 Gerry Byrne
47 Sammy Lee
48 Peter Thompson
49 Alex Raisbeck
50 Albert Stubbins

19 Ekim 2009 Pazartesi

Zirvenin ateşi yine yükseldi

Fenerbahçe sekizde sekiz yaptığı serisini Gaziantep’te sonlandırmak zorunda kaldı.. Hem de akıllara biraz olsun 1999 Manchester United- Bayern Munich arasında oynanan tarihi finali hatırlatırcasına..

Fakat o gün Ottmar Hitzfeld, artık galibiyetinden emin olup da takımının golünü atan Mario Basler’i oyundan almak için en azından 89.dakikaya kadar beklemişti.. Almanların bu en acı gününden ders almamış olan Daum ise galibiyete gereğinden erken karar vererek yaptığı hatalı değişikliklerle takımın serisinin sonunu hazırladı. Daum’un aklında belli ki haftaya oynanacak Galatasaray derbisi vardı. Gerek kadro seçimi gerekse oyun içinde yaptığı değişiklikler -kart sınırında bulunan Gökhan Gönül’ün gereksiz yere oyundan alınması gibi- bunu açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Bu da belli ki hem hocanın hem de takımın konsantrasyonunu etkiledi. Elbette bu derbinin iki camia için önemi de ortada fakat Aziz Yıldırım’ın söz verdiği “üç yıl üst üste şampiyonluk“ için yalnızca bu derbinin de yetmeyeceği bir gerçek.

Maçın ardından yaptığı açıklamada Daum yaptığı hataların bilincinde olduğunu e dersini aldığını söyledi. Şimdilik her şey yolunda görülüyor fakat işin aslı Perşembe günü oynanacak Bükreş maçında ortaya çıkacak. Daha önceki Avrupa maçlarından önce yaptığı açıklamalarla lige daha çok önem verdiğini belirten teknik direktör bu maçtaki seçimleriyle başarı konusundaki tercihlerini de ortaya koyacak..

Galatasaray ise rakibinin üç puan kaybettiği haftada taraftarlarının yürekleri ağzında izlediği bir maçın ardından galip gelmeyi başardı. Maçın üst biteceği bekleniyordu ama kimsenin 90 dakikada yedi gol izlemeyi düşündüğünü sanmıyorum.

Galatasaray’da en büyük sıkıntısının savunma hattında olduğu ortada. Bu sıkıntının sebeplerinden birisi ise Servet’in bir türlü ileri çıkmaktan vazgeçememesi. Rijkaard kendisini bu konuda açıkça uyarsa da Servet “sorumluluk üstlenmekten” bir türlü vazgeçmiyor. Bu durum karşısında savunmayı bir türlü istediği şablona oturtamayan Rijkaard da yeni bir B planı geliştirmeyi seçmiş. Galatasaray’ın gol yemesine engel olamıyor fakat oyunu önde tutarak yediğinden daha fazla atmasını sağlamaya çalışıyor. Maçtan sonra yaptığı basın açıklamasında da bunu açıkça “yediğimizden bir fazla gol attığımızda her şey yolunda.” sözleriyle dile getirdi. Bu açıklaması maç sonrası yayınlanan spor programlarında çok fazla eleştirildi. Fakat şahsi görüşüm, Rijkaard’ın; geçmişteki başarıların ve verilen emeğin “bir skorla” hiçe sayılıp efsaneleşmiş bir futbolcunun futbol bilgisinin tartışılmaya başlandığı bir ülke olduğumuzun gayet bilincinde olduğunu gösteren bir açıklamaydı. Geldiğinden beri Türk ligini tanımadığı konusunda yapılan eleştirileri ne kadar hızlı öğrendiğini göstermiş oldu.

Fenerbahçe’nin bu hafta yaşadığı puan kaybının ardından, son iki maçta beş puan kaybederek adeta çarmıha gerilen Rijkaard’da biraz rahatlama şansı buldu. Elbette yaşanacak ilk puan kaybında yeniden bütün eleştiri oklarının hedefinde olacak. Fakat İspanya gibi gerek medyası gerek dönen çarklarıyda futbolun cehenneminde beş yıl ayakta durabilmiş bir teknik adamın eskiler gibi kolay gideceğini hiç sanmıyorum.

9 Ekim 2009 Cuma

Unutulmaz Zaferler...Galatasaray-Real Madrid


Milenyumun başlangıcı tüm dünyada kutlanırken, bir başka kutlama vardı Copenhag sokaklarında. Olmaz denilen olmuş, Galatasaray İngiliz devi Arsenal’i penaltılarda saf dışı bırakarak UEFA Kupası’nı müzesine götürmüştü. 1999-2000 sezonunu ligde de şampiyon olarak bitiren Galatasaraylılardan mutlusu yoktu.
Ancak birden her şey değişti. Dümendeki kaptan Fatih Terim gemiyi terk etmiş, Hakan Şükür İnter’e gitmişti. Tüm kafalarda bir anda aynı soru belirdi ve herkes birbirine, Romanya’dan gelen Lucescu’nun takım için yeterli olup olmadığını soruyordu. Fakat sevimli yüzü, yüksek kültürü ve kalitesiyle çabuk sevdirdi kendini Luce.
Yeni sezonda Super Kupa zaferiyle devam eden Avrupa geleneği, Strum Graz’ın ardından 2.sırada bitirilen Şampiyonlar Ligi D Grubu’yla sürmüş, o dönem uygulanmakta olan 16 takımlı gruplarda Milan, Deportivo ve PSG maçlarıyla zirveye ulaşmıştı. Tıpkı UEFA Kupası gibi bu da gerçekti ve Galatasaray 2000-2001 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finaldeydi.
Takvimler 3 Nisan’ı gösterirken, Ali Sami Yen’i hınca hınç dolduran taraftarlar Real Madrid’i bekliyordu. Del Bosque yönetimindeki İspanyollar altın çağlarını yaşarken İstanbul’a gelmişlerdi ve Figo, Raul, Casillas gibi yıldızlar tüm haşmetiyle cehennemi yaratan taraftarlara baş kaldırıyordu. 21.45’te Collina düdüğünü çaldı ve dev maç başladı. Etkiliydi Real Madrid; Taffarel’in koruduğu kaleye dalga dalga geliyor ve Jardel’in kariyeri boyunca kendilerine attığı golleri bize unutturuyordu. Çok geçmeden süper yıldızların arasından sıyrılan Helguera, topu kalenin sağ köşesine bıraktı ve skor 1-0 oldu. Ardından, Makelele çıktı sahneye ve Bülent Korkmaz’dan kurtulup aynı köşeden topu ağlara yolladı. Bir anda 2-0 olan maçın ilk yarısı bu şekilde bitti. Taraftarlar ‘buraya kadarmış’ diye düşünürken, soyunma odasındaki Lucescu ve talebeleri aynı fikirde değildi…
Collina bir kez daha düdüğünü çaldığında her şey değişmişti. Sarı kırmızılı tehlike kendisini Madrid kalesinde hissettiriyor ve uğurumuz olan İtalyan hakemi bu kez penaltı kararı için düdük çalmaya zorluyordu. Ümit Davala’nın skoru 2-1’e taşıyan penaltısı ümitleri yeniden yeşertirken bu gol Galatasaray’ın Avrupa kupalarındaki 200. golü olarak tarihe geçiyordu. Arkasına taraftar desteğini yeniden alan Galatasaray, 2002 Dünya Kupası’nda destan yazmaya hazırlanan Hasan Şaş’la skoru 2-2’ye getirdi ve o ana kadar sakinliğiyle tanına Lucescu’nun yumrukları havadaydı.
Son dakikalara gelinirken orta sahada dengeli giden maç, Fatih Akyel’in Roberto Carlos’u bir Formula aracı gibi sollamasıyla bir kez daha bizim lehimize döndü ve Super Mario Jardel, havada asılı kalarak, Helguera’ya nazire yaparcasına aynı kalede Casillas’ı avladı.
İmkansız denilen gerçek olmuştu, 20 yıldır 2-0 öndeyken hiçbir mücadeleyi kaybetmeyen Real Madrid, Mecidiyeköy’de diz çökmüştü. Milyonlar “Şampiyon Galatasaray” sloganıyla haykırırken, Avrupa fatihi gazeteleri de zor durumda bırakmış ve 23.45’te başlık değiştirmelerine neden olmuştu.
Türk futbolu işte böyle not düştü tarih sayfalarına 3 Nisan gecesinde ve 45 dakikada gelen zaferi en iyi özetleyen başlık, Fransız kültürüne sahip Galatasaray için atılmıştı.
“İlk yarıda ‘REAL’ ikinci yarıda ‘SurReal’…”

28 Eylül 2009 Pazartesi

Rakip dirençli olunca...


Sezon başından beri yenilgi yüzü görmeden tarihinin en iyi açılışını yaparak altıda altı yapan Galatasaray dün Eskişehirspor önünde ilk puanını kaybetti.

Kendi evinde bir puana razı oldu..

Aslında takım son iki maçtır “iyi oyun mu yoksa skor mu “ tartışmalarının sebebi olan sinyaller veriyordu. Kasımpaşa maçı hakeme rağmen kazanılmış olsa da galibiyet son beş dakikaya sıkışmıştı. Bu hafta ise rakip; ligde yenilgi yüzü görmemiş ve direnciyle çıktığı her maçından puan almayı bilerek ligin üçüncülük koltuğunda oturan Eskişehirspor’du.


Rıza Çalımbay ligde yerini korumak için en az bir puan alması gerektiğini biliyordu. Eskişehirspor’da tam performansını sergileyemese de direnciyle puan almayı başardı.

Galatasaray’ın şimdiye kadar ligde karşılaştığı en dirençli takım Eskişehirspor oldu. Özellikle de uzun defansıyla hava toplarını engelleyince Galatasaray’ın pek de şansı kalmadı. Galatasaray’ın diğer bir sıkıntısıysa, kilidi açabilecek oyuncuların saha kenarında olmasıydı. Maçta kilidi açabilecek iki oyuncu; Elano ve Ayhan yoktu. Özellikle de sakatlığından dolayı uzun zamandır sahada yerini alamayan Ayhan’ın yokluğu takımda çok fazla hissediliyor. Bu da takımın orta sahada çok fazla pozisyon verip sıkıntı vermesine sebep oluyor.


Diğer bir beklenti de Elano’nun sahada olması yönündeydi. Transferi bu kadar olay olan bir oyuncuyu hala izleyememek taraftarı da huzursuz etmeye başladı. Özellikle de serbest vuruşlardaki ustalığı da göz önüne alındığında, dünkü maçta kilidi açabilecek oyunculardan biriydi..

Uzun zamandır konuşulan bir diğer konu da Nonda’nın yedek beklemesiydi. Sezon başından beri oyuna hep ikinci yarıda girerek skoru değiştiren isim oldu. Nonda’nın bu performansından dolayı genel kanı sezona tutuk başlayan Baros yerine onun ilk on birde başlaması yönündeydi. Fakat ben bu görüşe hiçbir zaman katılmadım. Baros aldığı topu saklayabilen hızlı bir forvet. Yüzünü kaleye dönmeyi başardığında ise attığını pek kaçırmayan bir oyuncu. Nonda’dan daha güçsüz olmasına karşın hızıyla rakip defansı yıpratıyor. Bu yüzden ilk on birde her zaman Baros’la başlamak Galatasaray’ın avantajı olur. Eskişehirspor maçı da bunu bir kez daha göstermiş oldu.

Galatasaray direnen rakibi karşısında kendi evinde bir puana razı olarak liderliği yedide yedi yapan Fenerbahçe’ye devretti. Lakin Fenerbahçe’de de sıkıntı sinyalleri başladı.


Yedinci haftanın sonunda 21 puan alınmasına rağmen taraftar oynanan futboldan memnun değil. Antalyaspor karşısında, Antalyaspor’un belki de futbol tarihinde görülmemiş bir hatası sonucu, son anda iki puanı kurtardılar. Fakat haftaya ligde yenilgi yüzü görmeyen diğer bir takım Gençlerbirliği ile karşılaşacak. Antalyaspor karşısında yapılan hatalar konusunda önlem alınmazsa Galatasaray’ın yaşadığı sıkıntıları yaşamaları muhtemel.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Frikik 'Top 10'


İngiliz The Guardian gazetesi, dünyanın gelmiş geçmiş 10 en iyi frikikçisini açıkladı...Listede tabiki tanıdık isimler de var...

1. Arthur Zico
2. David Beckham
3. Pierre Van Hooijdonk
4. Roberto Carlos
5. José Chilavert
6. Alessandro Del Piero
7. Juninho Pernambucano
8. Sinisa Mihajlovic
9. Matthew
10. Didi

11 Eylül 2009 Cuma

Bu sefer Tanrı’nın değil, senin elin değmeli Maradona…


Güney Afrika’da düzenlenecek 2010 Dünya Kupası’na sayılı aylar kala, eleme heyecanı dünyanın 6 kıtasında devam ediyor. Büyük çoğunlukla favoriler ülke vatandaşlarını şaşırtmadan adlarını bir bir finallere yazdırırken, içlerinde bizim de bulunduğumuz bazı iddialı ekiplerse hayal kırıklığına uğramış durumda. Ama bir ülke var ki, dünya kupası tarihinin olmazsa olmazı, özel takipçileri olan ve futbola damgasını vurmuş başarılar yaşamış Arjantin. Oynadığı dönemde bir futbol sanatçısı olarak Pele’yle kıyaslanır hale gelen Diego Armando Maradona’nın önderliğinde şampiyonaya hazırlanan Arjantin’de alınan kötü sonuçlar ciddi bir endişe yaratmış durumda.
Güney Amerika eleme gruplarında bulunan ve ezeli rakibi Brezilya’yla liderlik mücadelesi için yola çıkan mavi beyazlılar, geride kalan 16 maçta (toplam 18 maç oynanıyor) 5.durumda. Brezilya ve Paraguay’ın gruptan çıkmayı garantilemiş olduklarını ve 3. durumdaki Şili’nin de Tangocuların 5 puan önünde bulunduğunu göz önünde tutarsak, Messi ve arkadaşlarının tek hedefi 4.cülüğü kovalamak olacak. Bu noktada eleme gruplarının formatından da bahsetmenin doğru olacağı kanaatindeyim. Amerika kıtasının 2 ayrı grubundan biri olan Güney klasmanında ilk dörde giren takımlar Dünya kupasına direk katılma hakkını kazanırken, 5.olan takım ise Kuzey klasmanın 4.cüsüyle play-off mücadelesi veriyor. Bu tabloda, halihazırda 5.durumda bulunan Arjantin’in bir baraj maçı oynayacağı öngörülse de arkadan tehdit eden Uruguay’ın da varlığı Tangocuları bir faciaya sürükleyebilir.
Formasında şampiyonluk için verilen 2 yıldızı taşıyan Arjantin’in tarihi başarılarla dolu ama efsane Maradona’yı zor günlerin beklediği açık. Televizyon karşısında izlediğimizde Türkiye’nin katılamadığı turnuvalara alışkın olsak da Arjantin’in olmayışı bizi derinden yaralayacaktır. Messi’nin, Tevez’in, Agüero’nun bulunmadığı bir turnuvada, Ekvadorlu Valencia’yla yetinecek olma korkusu, bizi gruplardaki son 2 maçta fanatik bir Arjantin taraftarı yapmak için yeterli. Ama şeytanın avukatlığına soyunup son 2 maçta Arjantin’in istediği sonuçları alamadığını kurgularsak, bu, 1970’de Meksika’daki kupanın ardından, futbolseverlerin 2.kaybı olacak.
Dileğimiz, Tangocuların en kısa zamanda toparlanması olsa da zorlu maratonda bu pek de mümkün görünmüyor. Ama elemelerin son iki maçında Arjantin’in en azından benim gibi düşünen futbolseverler tarafından da ek olarak destek göreceği açık. Tarihler 13 Ekim 2009’u gösterdiğinde dilerim ki Arjantin Dünya Kupası biletini almış olur ve bu yazı da hayal ürünü olmaktan ibaret kalır…

8 Eylül 2009 Salı

Derbiye Doğru

Hafta sonu 2009-2010 sezonunun ilk derbisi Galatasaray ile Beşiktaş arasında oynanacak. Her iki ekip de iddialı, her ikisi de güçlü…
Sezona çok flaş bir giriş yapan Galatasaray ilk bakışta favori gibi görünse de derbi maçları kimin kazanacağını önceden kestirmek oldukça güç. Fantastik hücum hattıyla rakip defansların korkulu rüyası olan Galatasaray bakalım bu hücum etkinliğini Beşiktaş karşısında da gösterebilecek mi? Bu sezon oynadığı maçlarda nispeten daha zayıf ekiplerle karşılaşan Galatasaray için yaklaşan Avrupa Ligi maçları öncesi Beşiktaş sınavı önemli bir deneme olacak ve güçlü bir rakip karşısında kendini sınama fırsatı bulacak.
Beşiktaş cephesinde ise işler karışık. Geride kalan 4 haftada kaybedilen 6 puan sonrası siyah beyazlılar kredisini tüketmişe benziyor. Derbi maçta yaşanacak olası bir mağlubiyet Beşiktaş’ın lige daha 5. haftada havlu atması anlamına geliyor. Sakatlıklar nedeniyle kadro kurmakta güçlük çeken teknik patron Denizli sağlık ekibinden gelecek güzel haberleri bekliyor. Şüphesiz yeni transfer Tabata’da tecrübeli hocanın en büyük kozlarından biri olacak. Orta sahada maestro görevini üstlenecek olan yıldız oyuncudan tüm Beşiktaşlılar çok şey bekliyor.
İki ekibe baktığımız zaman Galatasaray’ın daha derli toplu bir takım görüntüsünde olduğunu görüyoruz. Gol için adeta çıldıran yapıda bir oyun oynuyor sarı kırmızılılar. Arda, Keita, Kewell, Baros, Nonda ve Elano’lu bir hücum hattı gerçekten inanılmaz. Fakat hücumda bu kadar etkin olan Galatasaray defansta sıkıntılı. Servet ve her ne kadar oynaması zor görünse de Gökhan Zan’ın yaptığı bireysel hatalar Galatasaraylıları tedirgin ediyor.
15 Eylül’de oynayacağı Manchester United maçı öncesi moral arayan Beşiktaş’ta bu maçta defansın önünde oynayan ikili Ernst ve Fink’e büyük iş düşecek. Etkili Galatasaray hücumcuları karşısında ilk müdahaleyi yapacak bu ikili oyunu kaderini çizecek. Ernst bildiğimiz Ernst gibi oynar, Fink’de ona biraz eşlik edebilirse Cimbom’un işi hayli zor olabilir. Galatasaray’ın aksine savunmada sıkıntı yaşamayan Beşiktaş hücumda SOS veriyor. Sistemsiz ve karmaşık bir yapıda hücum yapmaya çalışan Karakartal 4 lig maçında sadece 3 gol atabildi. Bakalım bu gol kısırlığını derbide yenebilecekler mi?
Futbolseverlere keyif veren, seyir zevki yüksek ve sadece futbolun konuştuğu bir derbi olması dileği ile.

Unutulmaz Zaferler...Beşiktaş-Barcelona...



Takvimler 19 Eylül 2000’i gösterdiğinde, siyah beyaz renklere gönül vermiş herkesin aklında şu soru vardı. Bin bir gayretle katıldığımız Şampiyonlar Ligi, ikinci maçta son mu bulacaktı acaba? Çünkü 15 gün önce San Siro’da Milan karşısında alınan 4-1’lik mağlubiyet derin bir endişe yaratmış, turnuvanın en zor gurubunda yer almak kadere isyana neden olmuştu.
On binler İnönü’yü hınca hınç doldururken üç gün önceki Fenerbahçe zaferiyle en azından teselli bulacaklarını biliyorlar ve dünyanın en büyük yıldızlarını izleyecek olmaktan ötürü heyecan duyuyorlardı. Ve sahadaydı Beşiktaş, Shorunmu, Tayfur, Nihat, Nouma, dimdik rakiplerini bekliyor ve takımın başındaki Nevio Scala alışkın olduğu ortamda bilge tavrıyla dikkat çekiyordu. Sonra Barça çıktı sahaya, her bir taraftar onları ıslıklıyor ama Overmars, Rivaldo ve Kluivert’i yanındaki arkadaşını uyararak tanıdığını da belli ediyordu.
Saatler 21.45’e geldiğinde, böyle bir ortamda başladı maç. Temkinliydi Beşiktaş, ürkek ataklar yapıyor, karşısındaki devi biraz olsun rahatsız etmeye çalışıyordu. Bu durum yaklaşık 15 dakika devam etti ve Rivaldo’nun akıl dolu vuruşunu kurtaran Nijeryalı Shorunmu her şeyin akışını değiştirdi. Bu kurtarıştan sonra, Markus Münch, Abelardo’yu, Nihat ise Sergi’yi perişan etmeye başladı. Nouma, Frank De Boer’un çevresinde kayboluyor, Tayfur, Petit’le kıran kırana mücadele veriyordu. Takımın yıldızları görevlerini yaparken, Süleyman Seba’nın gönderilme sloganlarının malzemesi olan Ahmet Dursun kendini göstermek için 37.dakikaya kadar bekledi. Dutruel boşa çıkmış, gelen ortaya Ahmet Dursun ayağını uzatmıştı. Güntekin Onay, çılgınlar gibi golü duyuruyor, İnönü bir zafere hazırlanıyordu.
Maçı televizyondan izleyen milyonlar, karşılaşma öncesi yaşadıkları korkularını aşmış, siyah beyazlı camia bir vuruşla kenetlenmişti. Dakikalar ilerledi, Ahmet Dursun bir daha salladı Katalanları, 2-0’dı sonuç. Dalga dalga gelen Beşiktaş, 3. gol için saldırıyordu ve bu golü çok geçmeden Pascal Nouma’yla buldu.
Ve Nihatsever Beşiktaş taraftarının hiçbir zaman unutmayacağı an gelmişti. Kazanılan serbest vuruşta topun başındaydı genç oyuncu, Güntekin Onay, “Barcelona karşısında 4-0’ı arıyoruz” derken herkesin tüyleri diken diken oluyor, direkten dönen topla Karakartal Nihat’ı tanımadığını belirten Barça Teknik Direktörü Ferrer’e ders veriyordu. En mutlu günüydü Siyah Beyazlı camianın, ilk ezici zaferiydi bir dünya devine karşı. Tarihler 20 Eylül’ü gösterdiğindeyse, tüm gazetelerde yer alan şu başlık gözleri bir kez daha yaşarttı. “Hayal gücü sınır tanımadı! Beşiktaş, artık bir dünya markası” …
Aradan belki yıllar geçti, Liverpool, Marsilya, Dinamo Kiev gibi takımlar da eli boş döndü İnönü’den ama hiçbiri Barcelona zaferinin yerini tutmadı. İlkti çünkü o maç, bir milattı Beşiktaş için.
Sene 2009, Karakartal bir kez daha Şampiyonlar Ligi’nde, herkes biliyor ki artık çıtanın yükselmesi lazım, tek maçlık avunmalar yerine kapsamlı başarılar gerekiyor. Beşiktaş, bunu başarabilir mi bilinmez ama tek maçlık yazıların bir şampiyonluk romanına dönüşmesi için sanıyorum biraz daha beklememiz gerekecek.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Hayatın akışına bıraktı kendini...Sven Goran Eriksson...


Sven Goran Eriksson, nam-ı değer Svennis, parlak futbolculuk geçmişi olmayan ama teknik direktörlüğüyle efsane olmuş hocalar kategorisinde çok iyi bir örnek teşkil eder. 27 yaşında yaşadığı diz sakatlığı yüzünden futbolu bırakmış olsa da zaten sergilediği performansla dünyayı sarsacak bir sağ bek olmaktan her zaman oldukça uzaktı. Ancak belki kendisi dahil kimse tahmin edemezdi, bir efsane olmak için sadece birkaç adım kaldığını.
29 yaşındaydı ve Degerfors IF takımı ona emanetti, kadroda kendisinden yaşça büyük oyunculardan öğreneceklerini tamamlamadan, üzerinde eşofmanı, kulübede sorumlu olarak bulunuyordu. Ancak genç Eriksson, futbolculuktaki hüsranı bu sefer yaşamak istemiyor ve hırsla çalışmalarına devam ediyordu. Çok değil, aradan 1 yıl geçti ve Svennis kendini ispatlayarak İsveç’in o dönem en büyük takımı olan Göteborg’a gitti. İlginç olaylar burada da peşini bırakmadı genç teknik adamın. Sanki hayat 3 yılda şampiyonluk yaşamadığı halde onu kazanmaya çalışıyordu ve bu sefer ki adres Portekiz’di, Benfica kulübü sürpriz ve taraftarlarından tepki çekecek bir kararla onu Estadio Luz’a getirmişti. Avrupa’nın kuzeyinden gelen bu soğuk adam çabuk ısındı Portekiz’e ve art arda kazanılan 2 şampiyonluk Lizbon’da yüzleri güldürdü. Bu başarılar ona Serie A kapılarını ardına kadar açsa da, 5 yıl kaldığı İtalya’da (Genoa ve Fiorentina’da çalıştı), hep Lizbon’u özledi. Takvimler 1989’u gösterirken, ikinci evinde, Benfica’daydı tekrar. Daha önce oynadığı filmde bir kez daha rol alan Eriksson, aynı mutlu sonla yani 2 şampiyonlukla hem CVsini hem cebini dolduruyordu. 92 baharında, Serie A’da ona hala inanan birileri vardı ve Sampdoria reddedemeyeceği bir teklifle çaldı İsveçlinin kapısını. Bu sefer olacaktı, İtalya onun için bir alışveriş merkezi olarak kalmamalıydı ve azmin diğer adı olan Svennis, bunu da başardı. Devlerin arasında İtalya kupasını müzesine götüren Sampdoria, ünlenirken, Eriksson yine başroldeydi. Hayat onun istediği gibi ilerliyordu ama kazanılan 4 Portekiz şampiyonluğu zamanla eskimeye başlamıştı. İtalya’da kalmak onun için en iyisiydi ve İngiltere’den gelen teklifleri reddeden Eriksson, başkentin yolunu tutarak Lazio’ya, bir teknik direktör olarak tutunabilmenin en zor olduğu takıma gelmişti. Ancak bu sefer her şey rüya gibiydi, taktığı buz mavisi kravat onu 40 yıllık Laziolu gibi gösteriyor, gözlerinin mavisi Veron, Nesta, Nedved gibi yıldızlara aidiyet duygusunu aşılıyordu. Kadrosuna Stankovic, Salas ve Mancini’yi de katan Eriksson, Viyana filarmoni orkestrası gibi izleyenleri mest eden bir takım yaratarak, İtalya Kupası, İtalya Süper Kupası(2), UEFA kupası ve Kupa Galipleri Kupasını topladı 3 senede. Artık bir hedef vardı ulaşılmadık, o da Serie A’da İnter, Milan ve Juventus’u geride bırakarak zafer yaşamak ve dünyada zirveye çıkmak. 2000 yılında bunu da başardığında kimse şaşırmamıştı ama İsveç’in gururu artık gözünü daha büyük yerlere dikmişti. Yıllık 5.5 milyon Poundluk tarihi teklif onu yıllar önce gitmediği İngiltere’ye, hem de kulüpler üstü bir düzeye milli takıma getirmişti. Wembley sakinleri ayakta alkışlayacakları yeni liderlerini bulmuştu ama işler umulduğu gibi gitmedi hiçbir zaman Ada’da. Lampard, Owen, Heskey, Gerrard’lı kadroyla oynanan kötü futbol, dünya kupalarında çeyrek finalden geri dönüşler, gazetelerde atılan ‘idiot’ başlıklarıyla son buldu ve Eriksson, renklerin buluştuğu başka bir yuva buldu kendine. Manchester City. Mavi gözlü dev, Manchester’da buz mavisi kravatını yine taktı ama bu sefer düzen tersine işliyordu. İngiltere seferi bitmeliydi artık ve zor görevlerin adamı Güney Amerika’daydı. Mexica’da her şeyi denedi ama Cardozo ve Giovani Dos Santos da onun başarılı olmasını sağlayamadı. 13 maçta alınan 6 mağlubiyet bu görevi de sonlandırdı ve Eriksson artık pes etmişti. Yeni başlangıca soyundu Svennis ve Trabzonspor görüşmesiyle sinyallerini verdiği takım arayışları, dünyanın en eski futbol takımı olarak bilinen Notts County’de son buldu. Şu sıralarda, 4.ligde bulunan Notts County’nin futbol direktörü olan bu dev adam bir kez daha TV yayınlarında karşımıza çıkmasa da biz onu hep elindeki kupalarla hatırlamaya devam edeceğiz…

2 Eylül 2009 Çarşamba

Tabata Basına El Salla

Transfer sezonunun bitmesiyle birlikte malzeme sıkıntısı yaşayan Türk basını kafayı Tabata’ya takmış durumda. Anlaşılan iyi oyuncuların iyi paraya alınabileceğini halen anlamakta zorluk çekiyorlar. 2’şer Milyon Euro’ya alınan Higuain’lerin, Schindenfeld’lerin Beşiktaş’a ne verdikleri ya da vermedikleri ortada. İyi oyuncu pahalıdır. Bu iki kere iki dört kadar nettir. Neymiş efendim Gaziantepspor Tabata’yı maliyetinin 10 misline Beşiktaş’a vermiş. Sanki bu ilk kez yaşanan bir olay. Futbolda bu durum yıllardır böyle. Örneklendirmek gerekirse Galatasarayın 100.000 Euro’sunu ödemediği için elinden kaçırdığı Ribery için 60-70 Milyon Euro’lardan bahsediliyor. Beşiktaş Carew’i %100 kar ile satmadı mı? Boro Tuncay’ı 1 sezon önce bonservissiz kadrosuna katıp bu sezon başı Stoke City’ye 5 Milyon Pound’a satmadı mı? Nedir bu basının yapmak istediği. Herkes muhasebeciliğe soyunmuş, herkes Beşiktaş’ın giderlerini sorguluyor. Del Bosque’ye ödenen tazminat halen konuşuluyor. Niçin hiçbir basın kuruluşu Aragones’e ödenen rakamı tam anlamıyla konuşmuyor. Josico, Maldonado gibi oyuncuların Fenerbahçe’ye uğrattığı zararın boyutu nedir? Transferi asrın olayına dönüşen Mehmet Topuz nerelerdedir, Özer Hurmacı’dan haber alabilen var mıdır?
Pierre Van Hooijdonk bir basın toplantısı sırasında sözlerine şöyle başlamıştı. “Quality Turkish Media”. O’nun ne demek istediğini şimdi daha iyi anlıyorum.

1 Eylül 2009 Salı


Galatasaray ve Fenerbahçe uzun zaman sonra, en iyi sezon açılışlarından birini yaşıyorlar. İlk dört maçı da firesiz geçerek on ikişer puana ulaştılar.

Fakat ikisi de geçtiğimiz haftaya kötü bir giriş yaptı.


Hem Avrupa hem de lig maçları ile seyircinin beklentisini her maç yükselten bu iki takım, dördüncü haftada tam bir hayal kırıklığı yaşattı.


Elbette her maç aynı performansın beklenmesi hata olur. Fakat bu iki takımın son maçlarındaki görüntüsü bu sezondan çok geçtiğimiz sezona ait gibiydi. Yorgun, isteksiz, rakipten korkan bir oyun sergilediler.

özellikle Galatasaray sezon başından beri en kötü maçını dün akşam Yenikent Asaş Stadında sergiledi. Maçın ilk 60 dakikası rakibi zorlayan, pas yapan taraf Ankaraspor’ du.


Oysa ki Galatasaray seyircisinin maçtan önce beklediği keyifli futbol ve farklı bir skordu. Ama maçın ilk yarısında buna yakın olan taraf ev sahibiydi. Hatta ilk 45 dakika girdiği pozisyonlardan birini gole çevirebilmiş olsa şu an çok farklı bir skoru da konuşuyor olabilirdik. çünkü Galatasaray dünkü performansıyla -olası bir golden sonra- rakibi karşısında maçı çeviremeyeceği gibi, bütün oyun disiplinini kaybedip daha çok pozisyon fırsatı verebilecek bir görüntüdeydi.

Bunun adına yorgunluk denilebilir..

Benim şahsi görüşümse -en azından sebeplerden birisi- Arda, Keita ve Elano üçlüsünün hemen ardındaki Ayhan’ın yokluğunda Mehmet Topal’ın savunmadan ileriye bir türlü çıkamamasıydı. Bu durum öndeki dörtlü ile arkadaki altılı arasında önemli boşlukların oluşmasına sebep oldu. Sonuçta bu boşluktan Ankaraspor çok fazla fırsat yakaladı ama bir türlü gole çevirecek beceriyi gösteremedi.

Galatasaray’ın bu kötü performansı sayesinde, dokuz maçtır kendisine pek iş düşmediğinde hakkında herhangi bir fikre sahip olamadığımız Leo Franco hakkında da az çok bir fikre sahip olduk. Birkaç sezondur kaleci konusunda şansı gülmeyen Galatasaray bu sefer tecrübelerine güvenebileceği kaleciyi bulmuş gibi. Dün gece çıkardığı iki topta da Arjantinli taraftara güven verdi.

Galatasaray dün gece, sezonun en kötü futbolunu sergilerken diğer yandan da kulübesiyle maç çevirebileceğini gözler önüne serdi. Maça sonradan giren üç oyuncu; Aydın, Nonda ve Kewell maçın kaderini değiştirdiler. özellikle de Kewell, 90 dakika oynamasa bile bir takımda yer alması kesinlikle büyük bir avantaj. . Gerek futbol zekası gerek yeteneği ile taraftarın “sihirbaz” yakıştırmasını sonuna kadar hak eden bir futbolcu. Her daim on birde yer almasa bile, her daim kulübede hazır beklemesi ve sırası geldiğinde en iyi performansını sergileyerek takıma kattığı değerle, takımdaki diğer oyunculara önemli bir ders veriyor. Umarım diğer oyuncular da bu adamdan birkaç şey öğrenirler..

20 Ağustos 2009 Perşembe

MUHTEŞEM YAŞLI BAYAN GOODISON PARK…


Düşler Tiyatrosu Old Trafford, Katalan Mabedi Camp Nou, Kraliyet Sarayı Santiago Bernabeu, Arap Harikası Emirates ve diğerleri… Dünya futboluna damga vurmuş devlerin, maçlarını oynadıkları, görsel güzellikleri futbolseverlere yansıttıkları özel mekanlar… Birer mimari harikası, çok özellikli, bol taraftarlı, gürültülü ve görkemli yapılar… Ancak gençlik yıllarını Championship Manager çılgınlığıyla geçirmiş bizler için çok daha fazlası var. Upton Park’ta West Ham’ı çılgınca desteklemek, Anfield’da You’ll Never Walk Alone’u hep bir ağızdan haykırmak ve Westfalen’de 80.000 Dortmund’lu arasında uçuk sarıya bürünmek gibi… Ve hepsinden özel bir stadyum var ki, o İngiltere’nin (bazı rivayetlere göre dünyanın) göz bebeği, adanın ‘Muhteşem Yaşlı Bayanı’, Liverpool şehrini bir derbi cennetine dönüştüren, Everton’ın maçlarını oynadığı Goodison Park…
Kuruluş yıllarında maçlarını Anfield Road’da (ki o zamanlar tribünü dahi olmayan açık bir saha olan Anfield) oynayan Everton’ın iç çekişmeler nedeniyle kiralamak zorunda kaldığı bu stat, dönemin kongre üyesi Dr. James Baxter’ın yalnızca 1000 poundluk bağışıyla Mavilerin oldu. Ancak, 1800’lü yılların sonlarına gelen bu dönemde, futbol yerine daha çok atletizm ve konserler rağbet görüyordu İngiltere’nin ilk resmi stadyumunda. Ve Goodison Park bir eylül akşamında, ilk resmi maçla hizmete girdi. Bu maçta ev sahibi Everton, dostluk maçında Bolton Wanderers’ı konuk edecek ve sahadan 4-2’lik skorla ayrılacaktı. Ancak Maviler için ilk ciddi randevu Bolton’dan yalnızca 1 gün sonra ligde karşılaşacakları Nottingham Forest’la olanıydı ve takvimler 3 Eylül 1892’yi gösterirken, Everton sahadan 2-2’lik beraberlikle ayrıldı. (maçla ilgili bir dipnot da halen taraftarların içini burkan ilk golün Forest’lı Horace Pike’ten gelmesi oldu.)
İşçilerin şehrinde zaman ilerledikçe büyük maçlara ev sahipliği yaptı Goodison Park ve tabi birçok ilklere de imza attı Adada. Her 10 yılda bir tribünlere yeni katların eklenmesi, savaş yıllarında inşa edilen yer altı sığınakları, 66 Dünya Kupası’nda ilk kez alttan ısıtmalı koltukların hizmete girmesi gibi özellikler her zaman fark yarattı. Bunların hepsi bir yana gelenekçi İngilizler için en önemli fark, dönemin hükümdarı (1913) V.George’ın (ki bu dünya üzerinde bir kralın ilk stadyum ziyaretidir) Goodison Park’ı şereflendirmesi oldu.
Stadın Evertonlulara has özellikleri de var tabi. 1985 yılında Bayern Münih önünde 1-0 yenikken, 3 dakika içinde atılan 3 gol (Bayern’in kaderi bu sanırım) Kupa Galipleri Kupası’nda mavilere final kapısını açtı ve bizleri de FIFA oyunlarının ünlü ismi Andy Gray’le tanıştırdı. Bu karşılaşmanın ardından Almanlar büyülendikleri düşüncesine kapılsalar da, tek etki stadyumdaki müthiş atmosferdi.
Şimdilerde Everton Premier Lig standartlarına göre hep mütevazı kadrolar kuruyor olsa da, Goodison Park sakinleri, Tim Cahill ve Leon Osman’ı izlemekten, Wayne Rooney gibi yıldızlarıyla gururlanmaktan oldukça memnun gibiler. Belki bir kez daha Avrupa’da kupa kazanamayacak ya da lig şampiyonluğu yaşayamayacaklar ama, Liverpool’un en eski takımını tutuyor olmak ve dünyanın ilk stadında maç izlemek her zaman özel olacak onlar için…

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Rijkaard'la adım adım...


Turkcell Süper Lig bu hafta sonu kapılarını futbolseverlere açtı.


Gerek sezon açılışından önce oynanan elemeler, gerekse bomba transferlerin sezon açılışına yakın tarihlerde takıma katılmalarının sonucu olarak öyle çok da beklenildiği gibi -görkemli- bir açılış olmadı..


Ama yine de geçtiğimiz sezonu düşününce oldukça çekişmeli bir ligin bizi beklediği açık.


Eleme oynamaya başladığı ilk maçtan itibaren sert eleştirilerin hedefi olan Galatasaray, Antep karşısında oynadığı oyunuyla her hafta daha da iyi olacağını gösterdi.


Tobol maçından bu yana her hafta biraz daha oturmuş biraz daha güçlü bir takım ortaya çıkıyor. Takımın nerdeyse tamamının da ileriye dönük ve hızlı oynamayı seven oyunculardan kurulu olması oyuna zevk katıyor. Galatasaray özellikle hücum hattında pek çok varyasyona açık bir kadroya sahip. Bu durum da hiç kuşkusuz, oyuncuların formalarına sahip olabilmek için performanslarını en üst düzeyde sergilemelerine sebep olacaktır.


Son iki-üç haftadır söylediğim gibi bir de Aydın konusu var Rijkaard’ın gündeminde. Takımın ilerlemesi en iyi bu oyuncuda gözlemleniyor. 3-4 yıldır beklenen düzeye bir türlü ulaşamayarak kulübeye mahkum olan Aydın şu anda Rijkaard’ın gözdelerinden biri. Yaptığı ara koşular ve çabuk oyunu ile Hollandalı'nın oynatmak istediği sistem için biçilmiş kaftan. Bu yüzden de şu anda Rijkaard'ın en önem verdiği oyunculardan birisi. Bu fırsatı iyi kullanabilirse hem Türk futbolu hem de Galatasaray büyük bir oyuncu kazanmış olacak..


Savunma hattında ise Gökhan ve Servet beklenenin üstünde bir uyum gösterdiler. özellikle de Gökhan Zan bu noktada -şaşırtıcı bir şekilde- iyi performans gösterdi. İleri hattaki oyuncuların hızlı ve yardımlaşmalı oyunu sayesinde Ayhan ve Mustafa Sarp geri dönüşlerde çok da sorun yaşamadılar. Bu da defansın daha rahat oynamasını sağladı. Ayrıca Gökhan Zan ve Servet ikilisinin yedeği olan Emreler'in Maccabi maçındaki oyunları da göz önüne alındığında Galatasaray savunma hattındaki problemi büyük ölçüde aşmış gibi görünüyor.


Fakat aynı şeyi orta saha için söylemek pek de mümkün değil. Mehmet Topal’ın sakatlık problemini psikolojik olarak aşamaması ve Linderoth’un zaten hiç olmayacağı göz önüne alındığında Galatasaray’ın acilen bir orta saha transferine ihtiyacı var. Bu eksikliğin giderilmemesi durumunda, Galatasaray’ın savunma hattı yine eskisi gibi açık vermeye başlayacaktır.


Serbest vuruşlardaki ustalığı ile transferi gündeme bomba gibi düşen Elano’yu henüz izleyemedik bile. Galatasaray bu haliyle dahi oldukça hazır görünüyor. Fakat Elano sahaya indiğinde ve bu ekip iyi bir orta saha ile desteklendiğinde Galatasaray'ın gol atmadan tamamlamayacağı maç yok gibi görünüyor..

7 Ağustos 2009 Cuma

Sistem Oturuyor

Son iki haftadır söylediğim gibi, elbette bu maçlar bir ölçüt değil. Takımlar önce hazırlıksız yakalandı, sonrasında ise rakipler pek dişli çıkmadı..

Galatasaray yedeklerinden kurulu kadrosu ile Avrupa liginde tarihi bir skor kazandı.


Ali Sami Yen’de aslar yoktu belki ama yarım düzine gol vardı. Rijkaard’ın sahaya sürdüğü ilk on bir, maçtan bir gün önce birilerinin kulağına gitse muhtemelen teknik adamın sonunu getirirlerdi.

Artık Galatasaray’ın dahi ümit etmekten vazgeçtiği Aydın – geçen hafta da söylediğim gibi- Rijkaard’ın ellerinde yeniden doğuyor adeta. Dün akşamki maçta sol açıkta olması sürpriz olmuştu. Fakat asıl sürprizi Aydın’ın maç performansıydı. Yaptığı ortalar ve ileri koşularıyla maçın temposunun yüksek kalmasını sağlayan oyunculardan biriydi. Bir yılı suskun geçiren Nonda ise adeta küllerinden doğarak hat-trick yaptı. Elbette bu maç Nonda’nın ilk on birdeki yerini garantilemeyecek fakat moralini yükseltip kendine güvenini geri getireceği açık. Zaten Rijkaard’ın geldiğinden beri yapmaya çalıştığı şey bu. Rakip karşısına her zaman kendine güvenen bir on sekiz ile çıkmak istiyor. Ancak bu şekilde gerek asları gerekse yedek kulübesi ile ligin en iyisi olabileceğinin farkında.

Galatasaray dün akşam rakibi karşısındaki ezici üstünlüğünü keyif veren bir futbolla sağladı. Hem de Galatasaray’ın en önemli silahlarından yoksun haliyle bir nevi yedek kulübesiyle bunu başardı. Takımın geçtiğimiz sezon şampiyonluktan kopmasının temelinde, yaşadığı kronik sakatlıklar ve bunun sonucunda yaşadığı kadro sıkıntısı, kulübede maçın gidişatını değiştirebilecek “kumaşı iyi” futbolcu eksikliği yatıyordu. Fakat görünen o ki Galatasaray bu sorunu – Rijkaard’ın doğru oyuncu analizleri ve çalışmalarıyla- çözmüş durumda.

En başta da dediğim gibi, rakibi göz önüne aldığımızda futbol açısından bir kıstas değildi bu maç. Lakin avantajlı bir skora sahip olmasına rağmen seyircisine keyif vermek için oynayan bir Galatasaray vardı sahada. Yani geçen yıl taraftarın hasret kaldığı o “ ruhun” geri dönüşü açısından önemli bir yere sahipti maç..


Galatasaray deplasmanda aldığı 4-1 ile zaten turu garantilemişti. Fakat kendi evinde tur sevincini taçlandırmayı seçti. Uzun bir aranın ardından Galatasaray oynadığı oyunla seyircisine zevk verdi.. Taraftarın bir türlü sevemediği mor formalarına rağmen..

Antrenman havası…

Fenerbahçe’de ise durum tam aksi doğrultudaydı..

Gerek evinde kazandığı 5-1’in rehaveti gerekse Macar takımının seyircisiz oynaması sonucunda tam bir antrenman maçı havası hakimdi karşılaşmada. Zaten bu havayı oyuncuların biraz da laubali hareketlerinden anlamak mümkündü. Ancak her şeye rağmen futbolcular ve teknik ekip haftasonu oynanacak Denizlispor deplasmanı için kendilerini zorlamama düşüncesindeydi.

Yeni transferlerden Cristian. sakin ve ne yapacağını bilen bir görüntüde. Andre Santos ise biraz tribünlere oynayan oyuncu havasında ama gün geçtikçe üzerine katacağını düşünüyorum, zaten golü daha fazla düşünmesi takımın hücum gücüne olumlu bir katkı sağlayacak gibi.

Bu maç hakkında fazla konuşmaya gerek yok, Fenerbahçe rahat bir karşılaşma oynadı ve turu kaptı. Ancak kafamı kurcalayan bir konu var. O da defansın göbeğinde bariz bir sıkıntının olduğu. Bilica çok fazla yerini kaybederek oynuyor. Bu belki zayıf takımlar karşısında fazla sorun olmayacaktır, ancak güçlü rakipler bu hataları affetmez. Daum’un da geçen maç bu konu hakkında serzenişlerini dinlemiştik zaten. O yüzden acil bir müdahale şart. Ali Bilgin ise verilen şansı yine iyi kullanamadı. Zaten kendisi bu gidişle futbolu unutacak gibi, gerçekten yazık...

31 Temmuz 2009 Cuma

Avrupa macerası başladı


Bir hafta öncesinde Rijkaard’ın biletini kesenler maç sonunda ne düşünmüşlerdir çok merak ediyorum. Oynadığı ilk iki resmi maçından sonra geniş bir kesim tarafından ipin ucuna konulan teknik adam dün akşam çalışmalarının karşılığını almaya başladı bile..

Gerek yaptığı kadro seçimleriyle gerekse değişiklikleriyle son iki haftanın -turu geçmesine rağmen- en çok eleştirilen ismi olmuştu. Ama neyse ki beş senelik Barcelona geçmişinde kazandığı tecrübe sadece futbol adına değil.. İspanya’da, -tıpkı İtalya ve Türkiye gibi- futbol ateşinin tribün ve medya desteğiyle daha bir harlandığı ülkelerden.. Rijkaard sert eleştirileriyle ünlü İspanyol basını ile baş etmesini öğrenmişti. Bu da Rijkaard’ın en büyük avantajı, zira şimdiye kadar bir çok yetenekli futbol adamının ülkemizden hüsranla ayrılmasının temelinde bu baskıya direnememesi yatıyor.

Rijkaard söylenenlere adeta kulağını tıkamış, hayalindeki Galatasaray’ı yaratmakla meşgul.. Gelip iki gün içinde Barcelona futbolu oynatamayacağının farkında, zaten onun çabası da ilk önce “Ajax modeli”ni oluşturmaktan yana. Takımla çıktığı hazırlık ve resmi maçlarının tamamındaki Aydın ısrarı da bunun göstergesi. Maccabi maçındaki performansı ise çabaların boşa gitmediğini gözler önüne serdi. Alt yapıdan Arda ile birlikte büyük umutlarla çıkmasına rağmen bir türlü beklenen performansı sergileyemeyip daimi yedek kulübesinde yer alan Aydın, Hollandalı teknik adamın ellerinde kendini yeniden yapılandırıyor. Eğer çalışmaya böyle devam ederse yeni bir yıldızın doğuşu kaçınılmaz olur..

Leo Franco ve Keita ilk defa taraftarın önüne çıktılar. İlk maç için bir şeyler söylemek ne kadar doğru bilinmez ama Galatasaray uzun zamandır sıkıntı yaşadığı kalesini bu kez emin ellere teslim etmiş gibi.. Maccabi’nin az da olsa tehlikeli çıkışlarını çok başarılı bir şekilde sonlandırmayı bildi. Ne zaman çıkması, ne zaman kalesinde kalması gerektiğini iyi kestirebiliyor, çünkü topu iyi takip ediyor. Fakat gol yollarını kapatmada sadece kaleci yetmiyor, Galatasaray’ın defansı adeta S.O.S veriyor. İsrail deplasmanında yenilen gol tamamen defans hatasıydı, çünkü savunmacılar halen ne zaman nerede durmaları gerektiğini bilmiyorlar. Bu yüzden Galatasaray’ın bu kadar emeğinin boşa gitmemesi için transferi, bir defans takviyesi yapmadan kapatmaması gerekiyor.

Galatasaray dün akşam geleceğe dönük çok güzel sinyaller verdi.. Sadece önümüzdeki sezon için de değil, geleceğe yönelik başarılı bir takımın -hem kendisinin hem de Galatasaray’ın yeniden doğuşunun- temellerini atıyor Rijkaard.. Tabi bu konuda sessizce görüşüp sabaha karşı takıma getirdiği yıldızlarla transfer dönemine damgasını vuran Haldun Üstünel’in çabalarını görmezden gelmek olmaz. Rakip takım taraftarlarının dahi takdir ettiği genç yönetici, birkaç hafta önce bahsettiğim iş adamı -yöneticiler yerine taraftar- yöneticilerin gerek kulüp geleceği gerekse futbolun ruhunu korumak adına ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.

Geçtiğimiz sezon hem yönetim kadrosunun yaptığı hatalar hem de saha içinde sergilenen kötü performansla tribünleri küstürmüştü Galatasaray. Fakat bu yıl görünen o ki, takım en tepeden alt yapılara kadar bambaşka bir yapılanma halinde, kendini temize çekmeye hazırlanıyor.

Diyeceğim o ki, Galatasaray taraftarlarını güzel bir sezon bekliyor..

HOCA FARKI...

Fenerbahçe’de ikinci Daum dönemi resmen başladı..
Dün sahada izlediğimiz Fenerbahçe ise teknik direktör seçimlerinin takım için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.

Geçen yıl Aragones yönetiminde izlediğimiz takım tamamen yenilenmiş..

Koşmaya mecali kalmayan -sahada yürüyen- isimler dün akşam sahada büyük bir hırsla ve yüksek bir konsantrasyonla ter döktüler ve ezici bir üstünlükle maçı kazandılar.

Evet rakip oldukça zayıftı fakat takımın ortaya koyduğu futbol göz doldurucuydu.

Bütün yabancılarının Brezilyalı olmasıyla eleştirilse de, takıma son gelen iki brezilyalı -özellikle de göbekte oldukça iyi performans sergileyen Cristian- ne kadar doğru bir transfer olduğunu dün gece Kadıköy’de kanıtladı.

Bu ikilinin yanı sıra, uzun zamandır tartışılan Alex merkezli sistem değişime uğruyor. Daum’un gelişiyle çoğu kişi tamamen Alex üzerinden bir stille oynanmasını bekliyordu şüphesiz. Fakat Daum Fenerbahçe’yi artık tek oyuncunun elinden kurtarmaya kararlı görünüyor. Bu seçimi de sahadaki oyuncuların bu kadar hırslı olmasının sebeplerinden biriydi.

Alex’in maçların bazısını yürüyerek tamamlamasına rağmen her daim sahanın beyni durumunda olması takımda birden fazla “Alex”lerin türemesine sebep olmuştu. Bu yeni sistemde ise her futbolcu bütün isteğini sahada sergiliyor. Şüphesiz ki bu futbol, boş kalan tribünleri çok yakında tekrar doldurmayı başaracaktır.

Ama –sanırım herkes için- gecenin sürprizi sessiz okçu Guiza’nın beklenmeyen performansıydı. Geçen sezonu tam bir hayal kırıklığı olarak geçiren ve transferi fiyasko olarak lanse edilen İspanyol oyuncu sahalara dönmeye karar vermiş gibi.. Bir sene rötarla da olsa, Türk futbol seyircisi Guiza’nın gerçek performansıyla -nihayet- bu sezon tanışacak.

SİVAS'I BEKLEYEN TEHLİKE...

Seyir zevki eksik geçen bir sezonun ardından yapılan değişikliklerle oldukça çekişmeli ve heyecanlı bir lig bizi bekliyor.

Fakat geçtiğimiz iki sezonun en çok konuşulan takımlarından olan Sivasspor bu sezon köşesine çekileceğinin sinyallerini verdi.. Takımdan ayrılan oyuncuların boşluğunun hissedilmeyeceği düşünülüyordu fakat Anderlecht karşısında alınan skor Sivasspor’un bu sezon oldukça zorlanacağını gözler önüne serdi.. Takımın durumu şu an için ortada, sonuçta söylenilebilecek pek bir şey yok. Sezon açılışı öncesi alınan bu sonuç takım içindeki özgüvenin de ciddi anlamda sarsılmasına sebep oldu. Oyuncular tekrar toparlanana kadar ciddi puan kayıpları yaşanacaktır. Bunun sonucu olarak da bu sezon Sivasspor’u zirveyi zorlarken izleme ihtimalimiz oldukça düşük.

Lige renk ve heyecan katan bir takımın böyle bir hezimetle kabuğuna çekilmesi lig açısından kötü oldu elbette. Fakat Türkiye’nin Mourinho’su olmaya hevesli Bülent Uygun’un durup kendisini gözden geçirmesine de sebep olacağı açık.

Sir Bobby Robson hayatını kaybetti...


Dünya futbolu, bugün (31 Temmuz 2009 ) 20.yüzyılın son çeyreğine damgasını vurmuş bir değerini daha yitirdi. Jose Mourinho'nun yaratıcısı olarak son dönemde yeniden ünlenen Sir Bobby Robson, 76 yaşında, yakalandığı kanser hastalığına yenilerek vefat etti. Futbolculuk kariyerini Fulham, West Bromwich Albion takımlarında geçiren ve İngiltere Milli takımında da 20 kez forma giyen Robson, futbolu bırakmasının ardından Fulham ve İngiliz milli takımına bu kez teknik direktör olarak döndü. Yaklaşık 40 senelik teknik direktörlük kariyerinde de İpswich Town, Barcelona, Porto, Sporting Lizbon, PSV Eindhoven ve Newcastle United'da büyük başarılara imza atan Sir Bobby Robson, Barcelona'da kendisinin tercümanlığını yapan Jose Mourinho'nun zekasından yararlanarak, adeta geride varisini bırakmış oldu... Beyaz saçları, mimiksiz yüz hatları ve buruşuk suratıyla her zaman karizma yayan bu dev adam, artık yok... Dünya futbolu umarım kendisine hak ettiği saygıyı öldükten sonra da gösterecektir...

30 Temmuz 2009 Perşembe

10 Numara Sorun!


Beşiktaş, kaptan Delgado’nun yaklaşık 6 ay sahalardan uzak kalacağının açıklanmasının ardından yeni bir 10 numara arayışına girdi. Gündeme birçok isim geldi fakat henüz atılmış somut bir adım yok. Yine de Başkan Demirören’in tüm Avrupa’yı sallayacak bir transfer yapacağız açıklaması taraftarları heyecanlandırmaya yetiyor.
Bir yandan yönetimin transfer etmeyi düşündüğü “yıldız” nitelikli oyuncuların Türkiye’yi istememeleri, diğer yandan da Delgado’nun sözleşmesinin askıya alınması konusunda göstermiş olduğu katı tutum yöneticilerin elini kolunu bağlıyor. Taraftar ise haklı olarak tedirgin. Sezonun ilk resmi maçı hafta sonu ezeli rakip Fenerbahçe ile oynanacak olmasına rağmen transfer halen tamamlanmış değil. Üstelik geçmiş yıllara bakınca Ailton, Kleberson, Ricardinho gibi son dakikada alınan oyuncuların hiçbir şey vermeden Türkiye’den ayrıldıkları gibi de bir gerçek var.
Gündeme gelen isimler arasında doğrulanan tek bir isim var. Deco… Porto’da yıldızı parlayıp daha sonra kariyerine Barcelona’da devam ettikten sonra sonra Chelsea’ya geçen Portekizli yıldızın Kartal’a çok yakın olduğu gelen haberler arasında.
Başkan Demirören’in bizzat ilgilendiği bu transfer gerçekleşirse Beşiktaş büyük bir açığını önemli bir yıldızla kapatmış olacak. Deco, sportif anlamda Beşiktaş'a pek çok şey katacağı gibi kombine kart ve forma satışı gibi önemli bir gelir kalemine de önemli katkılar sağlaycaktır.
Pirlo’yu isteyen Chelsea’nin bu amacına ulaşması halinde Deco’yu gözden çıkarmasına kesin gözüyle bakılıyor. Bu nedenle Beşiktaşlılar Pirlo’nun Chelsea’ya transferi için adeta dua ediyor. Şunu da unutmamak gerek ki Beşiktaş dışında Avrupa’nın birçok önemli kulübü de Deco için pusuda bekliyorlar. Bu nedenle Deco’nun o kulüplerden biri yönündeki olası tercihi kimseyi şaşırtmamalı. Bakalım önümüzdeki günler futbolseverlere neler gösterecek…

28 Temmuz 2009 Salı

Geleceğin Quaresması, Norveç'in Rivaldosu, Sırbistan'ın Beckham'ı vs......


Geçen sezonu 2 kupayla kapatan Beşiktaş, önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi'nde mücadele edecek. Gruptaki muhtemel rakiplerini hepimiz az çok tahmin edebiliyoruz. Barcelona, Real Madrid, Arsenal, Manchester United, İnter, Milan, Bayern Münih, çıtayı biraz düşürürsek, Olympiakos, Celtic, Lyon, Marsilya, Porto, (daha düşük kalitede olanları yazmıyorum)..Şimdi de bu takımların beyni niteliğindeki oyunculara bakalım, aynı sırayla yazıyorum... Xavi,İniesta (Barcelona), Cristiano Ronaldo,Kaka (Real Madrid), Samir Nasri(Arsenal),herşeye inat Paul Scholes(Manchester United), Cambiasso, hatta Quaresma(İnter), Frank Ribery(Bayern Münih) ve alt kademelerde, Lucho Gonzales, Kallström, Lisandro Lopez gibi oyuncular... veeee çifte kupalı şampiyonumuzun beyni kim ? YUSUF ŞİMŞEK !!! Eskişehirsporlu Doğa'ya 10 saniye içinde 3 çalım atan, futbol otoritelerinin "telefon kulübüsinde bile çalım atabilir" diye nitelendirdiği Koca Yusuf... Olmaz..olamaz...olmamalı....Tamam Beşiktaş yönetimi zaten bir oyuncu arıyor diyeceksiniz..Deco, Buanonette, Giovanni Dos Santos, Quaresma gibi isimler geçiyor gayet güzel... Peki kendimi de katarak sormak istiyorum... Hangi Beşiktaş taraftarı bu isimlerin alınabileceğine inanıyor ? ? ? Mahçup olmak ve yanılıyor olmak dileğiyle not ediyorum buraya...Umarım Rosenborg'tan Sapara'ya ya da hangi takımda olduğunu dahi hatırlamadığım Zohora'ya kalmayız...Biz artık, Norveç'in Quaresması, Slovakya'nın Deco'sunu değil..bizzat kendilerini istiyoruz...

24 Temmuz 2009 Cuma

Mucize mi bekleniyordu?


Aslında geçen hafta oynanan maçtan sonra düşündüklerimde pek değişen bir şey yok. Zaten aradaki zaman diliminin yalnızca “bir hafta” olduğunun farkına varanlarda bir değişim beklemiyordu. Sonuçta öyle oldu.. Galatasaray - geçen haftaki gibi- tat vermese de istediği skoru alıp turu atlamayı başardı..

Fakat spor yorumcuları şimdiden Rijkaard’ın biletini kesti bile.. “Hatalarından ders almayan Rijkaard’ın takımı bu yıl ilk üçe bile sokamayacağı” konusundaki iddialar gazetelerin manşetlerinde bir bir yerini aldı. Maçın ardından verilen bu tepkiler Türk futbolunun en önemli sorunlarından birinin cevabını verdi.. Rijkaard’a imza töreninde dahi sorulan “Türkiye’de pek çok önemli isim başarısız performans gösterdiler, siz ne düşünüyorsunuz?” sorusunun cevabını elbette.. Hollandalı teknik adam Kazakistan’da oynanan maçtan sonra “Bu sonucu telafi edeceğiz” dedi ve İstanbul’da turu almayı başardı. O vaat ettiği başarıya ulaştı. Fakat oldukça geniş bir kesim bu sonuçtan memnun değil. Bir haftada bir takımın uyum ve kondisyon sorununun tamamen aşılabileceğini sananlar, Rijkaard’a futbolu öğretiyor(!).

Maçta iki gol vardı, ikisi de savunmacılardan geldi..
Bakıyorum, herkesin aklında forvetler ne yapıyordu sorusu var. Forvetlerinin henüz hazır olmadığını -daha zamana ve çalışmaya ihtiyaçları olduğunu- 1-1 biten maçın ardından açıklamıştı Rijkaard..

Buna rağmen bu kadar erken başlayan sert eleştiriler bir çok başarılı ismin Türk liginde neden başarıya ulaşamadığının cevabını vermiş bulunuyor.

Maça bakacak olursak öncelikle Kazak ekibi kendi sahasında yakaladığı şanstan sonra İstanbul’a tur ümidiyle gelmişti. Sahada da bu isteğini -en azından ilk yarı- açıkça gösterdi. Fakat bu sefer şansları yanlarında değildi. Galatasaray’da yürümekten vazgeçip bu maçta koşmaya başlayınca turun geçen taraf oldu.

Elbette Galatasaray mükemmel bir futbol sergilemedi.. Tek eksiği hazırlık da değil, acilen defans ve orta sahada takviyeye ihtiyacı var.

Kadroda bulunan 4-5 boyuncu ise Galatasaray formasını taşıyabilecek yetenekte olmadığını açıkça gösterdi. Bu noktadaysa teknik adamın, bu oyuncuları rapor etmekten başka yapabileceği bir şey yok. Yani artık top Galatasaraylı yöneticilerin elinde..

Türkiye’de, takımda işler kötü gitmeye başladığında hedef tahtasına teknik direktörü oturtmak artık klasikleşti. Galatasaray’da geçtiğimiz iki sezonda gidip-gelen teknik direktör sayılarına bakıldığında da bunu görmem mümkün. Ama bu sefer işin rengi farklı.. Eğer yönetim başarısı bu kadar tescilli bir teknik direktörü harcamak yerine doğru transferler yapmayı seçerse, ipi göğüsleyen taraf olması o kadar zor değil..

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Şampiyon defilesini yaptı...

Geçtiğimiz sezonu çifte kupayla kapatan Şampiyon Beşiktaş, 2009-2010 sezonunda giyeceği formaları, Nevzat Demir Tesislerinde dün akşam düzenlenen defileyle basına tanıttı. Defilede, çubuklu, beyaz önü çizgili ve damalı olmak üzere siyah beyazlıların yeni sezonda giyeceği 3 ayrı forma tanıtıldı. İşte, 2009-2010 sezonunda Beşiktaşlı futbolcuların üzerinde göreceğimiz formalar...



17 Temmuz 2009 Cuma

Rijkaard'ı anlamak..


Rijkaard resmi olarak takımın başındaki ilk sınavını Tobol karşısında verdi. Çoğu kişiye göre de, daha ilk maçtan sınıfta kaldı. Mevcut futbol yorumcularının geniş bir kesimi ise ne yapmaya çalıştığını anlayamamaktan yakındı. Bu konuda da haklıydılar.. Ne yaptığını anlayamamışlardı o yüzden de onlara göre Rijkaard ilk maçında fire verdi..

Ekran başında izlenen futbola bakıldığında, tamamen gençlerden oluşan kadrosuyla duran toptan gelen gol dışında doğru düzgün pozisyon bulamayan, rekip kaleye ancak 40. dakika da yaklaşabilen bir Galatasaray vardı. Adeta bir hazırlık maçı gibi.. Dün gece Central Stadium’da oynanan futbolun altında yatan durum da buydu; hazırlık..

Rijkaard aslında bu maçla iki açıdan hazırlık yapıyordu. Rakibin durumunu göz önünde bulundurarak maçın skorunu İstanbul’a bıraktığının herkes bilincindedir sanırım.

Gelelim hazırlık mevzuna.. Rijkaard’ı anlamanın yolu sanırım sözlerini dinlemekten geçiyor. Maç sonrasında yaptığı açıklamada “hazır olmamaları” nedeniyle Baros ile Arda'yı 90 dakika oynatmanın risk olacağını düşündüğü için bu şekilde bir 11 çıkardığını dile getirdi.. Elemeler, daha transferlerin devam ettiği ve takımın hazırlık takviminde daha çok başlarda olduğu bir zamanda oynandı. Evet Galatasaray, Tobol karşısında ezici üstünlük sağlayacak bir kadroya sahip fakat henüz hazır olmadıkları bir dönemde onları sahaya sürmenin yaratacağı tehlike dün alınan skordan daha önemli.

Galatasaray dün as kadrosuyla çıkıp tatsız bir futbolla galibiyete ulaşmış olsaydı, gerek teknik adam gerekse futbolcular için yapılan eleştiriler takımın gelişimini engelleyecek şiddette olacaktı. Bunun bilincinde olan Rijkaard ise aslarını şimdilik elinde saklamayı seçerek, hazırlık tadında bir kadroyla formalite maçına çıkmayı seçti. Bu tercihi ise takımda bazı dengeleri sağlamasının önünü açtı..

Hollandalı teknik adamın bu seçimi dün gece renksiz bir maç izlememize sebep olmuş olabilir. Fakat takım içindeki dengeleri sağlaması açısından önemli bir adımdı.. As oyuncuların her maçta öne sürülmeleri zamanla oyuncu egolarının takım çıkarlarının önüne geçmesine sebep olduğu ortada. Bunun en yakın örneği olarak Lincoln olayı var.. Böyle bir sıkıntının bir kez daha yaşanmaması için Rijkaard oyuncularına yaklaşımlarında daha temkinli davranıyor. Seçtiği kadroyla, gerektiğinde yıldızların kenarda bekleyebileceğini gösterirken diğer taraftan da alt yapıdan yetişip kadroya girme telaşında olan oyunculara güven aşılayarak ayaklarının daha sağlam basmasını sağlamış oldu. Her ne kadar, spor yorumcuları Rijkaard’ın acil bir Türk futbolu rehberine ihtiyacı olduklarını iddia etseler de, o aslında her şeyin farkında.. Dün gece sahaya sürdüğü kadro ile hem kendini hem de takımını sert eleştirilerden korumayı bildi..

Galibiyet gelmese de, skor Galatasaray’ın lehine ve takım zaten bu maçın telafisini alabilecek güçte.. Geçen sene çok başarılı bir kadronun yanlış teknik adamların elinde heba olmasından sonra, gerek yaptığı yerinde müdahaleler gerekse oyuncular arasında kurduğu denge ile Galatasaray sonunda doğru adamı buldu diyebiliriz..

16 Temmuz 2009 Perşembe

Bir Kere De Şaşırt Bizi be Başkan !!!


Adını yazdığımızda, ceza sahasının solundan ayak dışıyla attığı muhteşem golleriyle karşılaştığımız, hem fiziki özellikleri, hem top sürüşü, hem de çalımlarıyla tam BEŞİKTAŞLIK diyebildiğimiz, ancak tüm taraftarların transferi imkansız olarak gördüğü bir isim şu sıralar gündemde Beşiktaş'ta. Avrupa'nın Brezilyalıları olarak tanınan Portkez'in, aktif futbol hayatını sürdüren en büyük oyuncularından biri, Ricardo Quaresma... Önünde Cristiano Ronaldo gibi bir futbol sanatçısı olmasa belki de 2000'li yıllara damga vurması muhtemel tek isim Quaresma... Sporting Lisbon'dan, Barça'ya, Porto'dan, İnter'e ve hatta kiralık olarak Chelsea'ye uzanan bir kariyer onunki. Ancak bu kadar takım içinde başarının olduğu takımlar yalnızca kendini gösterdiği Sporting ve 2.doğuşu Porto... Avrupa'nın devlerinde bir türlü dikiş tutturamasa da henüz 26 yaşında olan Süper Portekizli 3.doğuşunu neden gerçekleştirmesin ? Henüz hayal düzeyinde olan bu transfer düşüncesi çok uzakta görünse dahi, çubuklu siyah beyaz formayla, elinde terini sileceği bandıyla, İlhan Mansız tarzında arkaya düşmüş saçlarıyla, tüm İnönü'ye QUARESMA 10 formasını giydirecek bir yıldız neden Beşiktaş'ın olmasın ? Umut ediyorum ki taraftar olarak sorduğumuz bu sorular, BÜYÜK (!) başkanımız tarafından görülür ve artık 1.Sınıf bir oyuncu İnönü'de rakip olarak değil, bizden biri olarak oynar... Aç kulaklarını Başkan...BU TARAFTAR QUARESMA'yı istiyor...

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Futbolu bekleyen tehlike..


Liglerin açılış tarihi yaklaşırken, bütün takımlarda –sezonun en iyisi- olmak adına hummalı bir çalışma var. Fakat Perez’in transferleri ve bunların doğurduğu tartışmalar 2010 sezonunun tüm hazırlıklarını gölgede bıraktı bile..Yapılan bu mega transferler şüphesiz ki Real Madrid taraftarının keyfine keyif katıyor. Barcelona’nın gölgesinde tek bir kupa dahi alamadan geçen sezonun ardından bu değişim adeta Real Madrid’in yeniden doğuşu gibi.. Fakat bununla beraber, futbol sektörünü ciddi bir düşüşe sürüklediği de su götürmez bir gerçek. Bu tehlikenin gelişini ilk tahmin eden Arsene Wenger olmuştu. 1990’ların sonlarına doğru gerek transfer gerekse oyunculara ödenen ücretlerdeki yükselişin sonunda İngiliz futbolunun duvara toslayacağını söylediğinde herkesin tepkisini çekmişti. Fakat 2000’lerin ortalarında İngiliz futbolunda ciddi bir çöküş başladı. Yaklaşık olarak 1.8 milyar poundluk geliriyle dünyanın en pahalı ligi olan Premier lig son üç- dört yıldır ciddi anlamda bir oyuncu krizi yaşıyor. 2000’lere girerken yüksek transfer ücretleriyle alınan futbolcularla, yıldızlar sahnesine dönen İngiltere’ de ilk on bir de forma giyenlerin yalnızca yüzde 40’ı alt yapılardan yetişen İngilizlerden oluşuyor. Eğer durum böyle giderse İngiltere önümüzdeki 10 yıl içinde bırakın büyük turnuvalara katılmayı, bir milli takım oluşturmakta dahi zorlanmaya başlayacak.
Ada’nın bu hale gelmesinin temelinde yatan sebep ise, para.. Para futbolun en hassas noktasında yer alıyor. Bir kulübü efsane yapan da, derin bir çöküşe iten de aynı faktör. Aslında tehlikenin temelini oluşturan şey paranın da ötesinde onun kullanım şekli. Ligin ve takımların üst seviyeye ulaşması için paranın gereksinimi tartışılmaz bir konu. Fakat iş bir transfer çılgınlığına dönüştüğünde, hem kulüpler hem de futbol sektörü için tehlike çanları çalmaya başladı. İşin böyle bir boyuta sıçramasında da takım yönetimlerinin geçmişten çok farklı olması etkili elbette. Eskiden çocukluğu tribünlerde geçen, bir zamanlar taraftarı olduğu takımın bir gün sahibi olan başkanlar, yani taraftar başkanlar vardı. Onlar artık yok ve koltuklarını kar-zarar içgüdüsüyle hareket eden işadamı- başkanlara bıraktıkları günden beri futbol ruh kaybediyor. Kulüplerin tarihi ve geleceğinden öte, şimdinin getirisiyle ilgilenen “sahipler” alt yapı konusuyla boğuşup kaybedecekleri zamanı parayla; yedi- sekiz yıllığına kazanmayı tercih ediyorlar. Bu tercih ise alt yapılara ayrılan zaman ve bütçenin git gide küçülmesine sebep oluyor..Real Madrid’in de içinde bulunduğu durum , her ne kadar taraftar bir başkana sahip olsalar da, İngiliz futbolunun durumundan farklı değil. Astronomik ücretler ödediği yıldızlarıyla – en azından bir iki yıllığına- Barcelona’ nın hızını kesmek istiyor. Gerek patlattıkları transfer bombaları gerekse şaşalı imza törenleriyle Barça’yı gölgede bırakarak dream team’i yaratmış gibi görünüyorlar. Fakat sezon içerisinde işler değişecektir.. Tıpkı 1995 Şampiyonlar Ligi finalinde, yıldızlar topluluğu Milan’ın 23 yaş ortalamasına sahip Ajax karşısında boyun eğmesi gibi.. Bu zaferle birlikte, “Ajax modeli” olarak literatüre giren bu altyapıya dayalı sistem, ilerleyen yıllarda Fransa’nın ve İspanya’nın futbolda zirveye ulaşmasını sağladı. 2009’a gelindiğinde ise ismi Barcelona’nın oynadığı “uzay futbolu”na dönüşse de sistemin temeli hep aynı kaldı; genç yeteneklerin keşfi ve doğru yönlendirilmeleriyle oluşturulan dinamik takımlar.. Elbette yıldızlardan oluşan bir kadronun sunduğu futbol şöleninin tadı tartışılmaz.. Fakat transfer çılgınlığının bu noktalara gelmesi, bundan on yıl sonra Ronaldo’nun yahut Kaka’nın yerini alacak yıldızların bulunamamasına sebep olacak.. Bu da futbolun çöküşünü hazırlayacak..

3 Temmuz 2009 Cuma

KAPTAN DELGADO


Beşiktaş’ın kaptanı Matias Delgado. Beşiktaş’a imza attığında Basel Kulübü Başkanı’nın “oğlumu benden ayırdınız” diyerek arkasından gözyaşları döktüğü Delgado. 5 Milyon Euro gibi Türkiye şartları için yüksek bir bonservis bedeli ile uzun uğraşlar sonucu transfer edilen Delgado.
Geriye dönüp baktığımızda geçen 3 sezonda Delgado’nun Beşiktaş’a iki Zürih maçı dışında verdiği pek bir şey olmadığını görüyoruz. Daima sakatlıklarla boğuşan, bir türlü bekleneni veremeyerek sorunlu oyuncu profili çizen Delgado. Tangocu buna rağmen taraftarın gönlünde taht kuran isimlerden olmayı başardı. Elbette bunda Arjantinli oluşunun, ortalamanın üstünde yakışıklı oluşunun :) ve takımdaki top tekniği yüksek ender oyunculardan biri olmasının etkisi de büyüktü.
Problemsiz özel hayatı ve mütevazi kişiliği ile camianın sevgisini kazanan Delgado üç farklı hocayla çalışmasına rağmen hiçbiriyle gerçek kimliğini yakalayamadı. Basel’den tanıdığımız Delgado çok daha hareketli, skora etki eden, UEFA Kupasında gol kralı olmuş ve yıldız kavramını tam anlamıyla karşılayan bir oyuncuydu. Elbette kimse ondan bir Messi, bir Riquelme olmasını beklemiyordu. Fakat Basel’deki performansının %50’sini bile göstermesi ilerisi için umut verici olabilirdi.
Taktik, teknik, oyun yapısı gibi kavramlar bir yana, kendisini takım kaptanlığına getirip ücretini ikiye katlayarak ona olan güvenini gösteren Beşiktaş Kulübü’ne karşı acaba Delgado’da üzerine düşeni yapmış mıydı? Düzenlediği basın toplantısındaki pişkin hal ve tavırları aslında bunun cevabını veriyor bizlere. Sözleşmesine saygı gösterilmesini isteyen Delgado acaba formasını giydiği camiaya karşı en azından futbol anlamında saygı göstermiş miydi, yoksa gemisini çoktan terk mi etmişti? Takdir futbolseverlerin…

27 Haziran 2009 Cumartesi

İtalyanlarla ne kadar benziyoruz ?


Her Türk vatandaşının dilindedir, "İtalyanlar aynı bizim gibi..Hiçbir farkımız yok :)" sözleri. Evet birçok konuda benziyoruz doğru, sokaklara atılan çöpler, yolda tüküren insanlar ve bol küfürlü konuşmalar...Ancak, iş futbola geldi mi durum biraz değişiyor. Klişeleşmiş, İtalyan-Türk futbolu kıyaslamasından bahsetmiyorum, daha iyi defans yapıyor olabilirler, kulüpleri daha köklü olabilir ancak bu ateşli ve çekişmeli ortamda sanki bir üstünlükleri de töleranslı oluşları...Aziz Yıldırım'ın Adnan Polat'la yaptığı konuşmayı hatırlatmak isterim, her istediği oyuncağı aldıran küçük çocuk edasında önüne çıkan takımlara para teklif eden Aziz Yıldırım, geçtiğimiz günlerde son derece mütevazı!!! bir tavırla, " Arda için 15 ya da 20 milyon Euro veririm!!!" gibi bir teklifle gitti Polat Başkan'a. Ardından konuyla ilgili cevap Haldun Üstünel'den geldi..."Arda, Galatasaray ruhudur, bu ruh kesinlikle SATILMAZ!!" ... Arda çok büyük bir futbolcudur sonuna kadar katılıyorum, ancak takım RUH'u denilen şey, tek bir oyuncuya bağlanabilir mi ?
Diyeceksiniz ki, İtalya'daki tölerans ortamıyla Arda arasında ne ilişki var...Flippo İnzaghi, Hernan Crespo, Seedorf, Nesta, İbrahimoviç ve şu anda hatırlayamadığım onlarca futbolcu, takımlarının ruhu değillermiydi de ezeli rakiplerine transfer oldular rekor ücretlerle ??? Bu sorunun cevabıdır işte Arda'nın takım değiştirme özgürlüğüne sahip olması için yeterli olan.. Bir Beşiktaşlı olarak Arda'yı kesinlikle Fenerbahçe'de görmek istemem, bahsettiğim sadece özgürlük!!! Çünkü takım içinde kaptanlığa dahi layık görülmeyen bir oyuncu, koca camianın RUHu olamaz!! Ruh dediğimiz, Maldini'dir, Puyol'dur, Gerard'dır, Raul'dur...Bu isimlerin ardından Arda neden Galatasaray gibi köklü bir kulübün ruhu olamaz sanırım açıklamama gerek kalmadı... Toparlayacak olursak,sadece yetenekli olduğu için tüm takımın kimliğini barındıramayacak bir oyuncu, hak ettiği ücreti bulduğu takdirde başka bir kulübe gidebilmelidir... Bu kulüp Fenerbahçe dahi olsa... :) ancak bu noktada önemli olan camia ve taraftar töleranslarıdır..İnzaghi, Hernan Crespo, Seedorf, Nesta ve İbrahimoviç transferlerini hatırlatarak şimdi soruyorum... Futbol yapısıyla ilgili İtalyanlara ne kadar benziyoruz ???

25 Haziran 2009 Perşembe

Aziz Yıldırım'ı Anlamak


Geçtiğimiz sezonun başında Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım’ın gündeme getirdiği bir konu vardı. Yabancı oyuncu kontenjanı… Yıldırım, ısrarla yabancı oyuncu sınırlandırmasının kaldırılmasını, en azından sayının artırılmasını istiyordu. Bu isteğe o dönem diğer 17 kulübün hemen hepsi karşı çıkarak böyle bir uygulamanın Türk futboluna darbe indireceğini savunuyordu. Acaba tek korkuları gerçekten Türk futbolunun göreceği zarar mıydı?
Yıldırım’ın ısrarla vurgulamaya çalıştığı bu husus ile bugün karşı karşıyayız. Sınırlamanın kaldırılması halinde yerli futbolcular için istenen yüksek bonservis bedellerinin artık tarih olacağını ve daha kaliteli yabancı oyuncu transferi yapabileceklerini ifade etmişti. Bugün gelinen noktada haksız olmadığını görüyoruz. Anadolu kulüpleri, kalburüstü bir oyuncu için kapıyı çift haneli milyon Euro’lardan açıyor. Ronaldinho’nun geçtiğimiz sezon Barça’dan Milan’a 25 Milyon Euro’ya transfer olduğunu göz önüne getirdiğimizde bugün Mehmet Topuz için ödenen 10-12 Milyon Euro’luk bonservis bedeli durumu gözler önüne seriyor.Elbette oyuncu satışı Anadolu kulüpleri için önemli bir gelir kaynağı. Fakat dünya ekonomisinin can çekiştiği şu günlerde zaten borç batağındaki İstanbul kulüplerinden bu rakamları istemek biraz acımasızlık olmuyor mu?

23 Haziran 2009 Salı

Real'in Yeni Prensleri..


Geçtiğimiz sezonun ara transfer dönemine damgasını vuran olay, şüphesiz ki Manchester City şeyhinin Kaka için yaptığı 150 milyonluk transfer teklifiydi. Kaka’nın içinde kalan Real Madrid sevdasını bilen herkes bu transferin gerçekleşmeyeceğini zaten adı gibi biliyordu.

Fakat bu transfer haberini gündeme taşıyan asıl mevzu da, Kaka’nın hangi formayı giyeceğinden öte, o formanın karşılığı olarak sunulan paraydı. Futbol oteritelerinin ortak fikri; bu tarz tekliflerin hassas dengelerle oynayarak futbolun gerilemesine sebep olacağı yönündeydi. Tabii bu dönem Manc’nin tek hedefi Kaka değildi. David Villa’dan, Buffon’a kadar bir çok yıldıza 100 milyon euro’yu aşan tekliflerle gök mavisi forma sunuldu. Lakin gerek Manchester City’nin son yıllardaki form grafiği gerekse takım sahibine duyulan antipati futbolun seyir zevkini -öyle ya da böyle- korumayı başardı. Sezonun kalan yarısında Kaka rossonerilerin gözünde takımı uğruna 150 milyon euroyu reddeden kahraman ilan edildi. Fakat Kaka’nın böylesine büyük bir teklifi reddetmesinin sebebi kırmızı siyahlara duyduğu bağlılıktan öte, beyaz şimşeklerle olan aşkıydı..
Futbolda dengeler bir kez daha tehdit altında, hem de bu seferki tehlike bir çok oyuncunun reddedemeyeceği güçte. Transfer sezonun açılmasıyla yaptığı transferlerle bütün dikkatleri üzerine çeken Real Madrid yepyeni bir tartışmanın başlamasına sebep oldu. Buna en net tepkiyi de Uefa başkanı Michel Platini verdi. 64 milyon euroluk Kaka transferiyle açılan perdenin, 94 milyonluk Ronaldo teklifiyle devam etmesi ve listedeki yıldız isimlerin git gide uzaması sonucunda futboldaki rekabet dengelerinin ciddi şekilde bozulacağı aşikar. Ama rekabetin asıl kızışacağı yer şüphesiz ki Real Madrid’in yıldızlar kadrosu..
Cristiano Ronaldo ile Kaka’yı aynı kadroda buluşturmak -en azından şimdilik- büyük bir başarı gibi görünse de iki oyuncunun karakterleri göz önüne alındığında Real Madrid’i tansiyonu yüksek günler bekliyor. Her ne kadar özel hayatlarında zıt karakterde olsalar da, ikisinin de yeşil sahadaki hedefi aynı; "takımın yıldızı olmak"..
Zaten Kaka ile Milan’ın yollarının ayrılmasının temelinde yatan hırs da buydu.. Geçtiğimiz sezon Milan’ın Ronaldinho transferinde verdiği “Ronaldinho çok iyi bir oyuncu ama ikimizin aynı takımda oynaması imkansız, böylesine iki yıldıza aynı anda forma giydirmek milan için negatif etki yaratır, Ronaldinho Milan için doğru oyuncu değil..’’ tepkisi Kaka’nın Milan’dan ayrılma sinyallerini vermişti.. Geçen senenin satır aralarında kalan bu açıklama aslında gelecek sezonun da nasıl geçeceğini gösterir gibi.. Kaka her ne kadar açıkça dile getirmese de, giydiği formanın altında rakip istemiyor. Karşısında ise, imalarla uğraşmadan açıkça “ben dünyanın en iyisiyim” diyen bir Cristiano Ronaldo..
Aslında Real Madrid’in Fifa tarafından “20.yüzyılın en iyi takımı” seçildiği dönemde de farklı bir kadrosu yoktu. Farklı olansa o dönemin yıldızlarının takım oyununa duydukları sadakatti. 2002’de Real Madrid’in adı bütün yıldızlarının üstündeyken, - geçtiğimiz sezondan beri- şimdi Cristiano Ronaldo’nun adı 107 yıllık bir efsanenin önüne geçmiş durumda. Transfer sezonu da sadece Ronaldo ve Kaka ikilsiyle kapanmayacak elbette.. Daha şimdiden Ribery ve İbrahimoviç’in isimleri listeye eklenmiş durumda..

Görünen o ki, Real Madrid -Perez’in dönüşüyle - 2000’li yılların başında yakaladığı Los Galácticos günlerine hızlı bir dönüş yapmaya hazırlanıyor. Fakat bu dönüşüme dünya futbolunun ne kadar hazır olduğu muamma.. Real, gerek global kriz ortamında yıldızlara ödenen astronomik ücretlere verilen tepkiler, gerekse dönemin en iyi -aynı zamanda en hırslı- iki oyuncusunu aynı kadroda buluşturmasıyla bütün dikkatleri üzerine çekmiş durumda.. Ama Madrid taraftarı bu durumdan pek şikayetçi görünmüyor, aksine Perez’in dönüşüyle özledikleri tutkuyu bulmuşlar gibi.. Tabi bu memnuniyet sezon içinde de devam edecek mi, onu da zaman gösterecek..

19 Haziran 2009 Cuma

Transfer Piyasası üzerine...


Sezonun bitmesiyle birlikte transfer iddiaları birbiri ardına sıralanmaya başladı. Görünen o ki yine hareketli bir transfer dönemi bizleri bekliyor. Şu bir gerçek ki kulüplerimiz artık büyük düşünüyor. 2000’li yılların başından itibaren özellikle dört büyükler artık sırf yabancı oyuncu almak için yabancı transferi yapmıyorlar. Ateş olmayan yerden duman tütmeyeceğini düşünürsek gündemdeki Love, Drogba, Tevez, Ronaldo, Kanoute, Deco, Poulsen, Saha gibi isimler futbolseverlere heyecan veriyor. Dört büyükler Turkcell Süper Lig’i bir şekilde domine ediyor fakat Avrupa’da özlenen başarıları elde edebilmeleri için yabancı transferinde büyük düşünmeleri artık şart. Aksi halde Avrupa’daki kötü rekorlarımızı egale etmemiz kaçınılmaz olur.

ERHAN BARMAN
 
Futbol Bloglarini Takip Edin